25 Ağustos 2010 Çarşamba

BEDİÜZZAMAN ve SOKRAT

Milattan önce 470 yılında dünyaya gelen Sokrates (MÖ: 470-399) heykeltıraş Sophroniskos ve ebe Fenarete’nin oğludur. Yunan antik filozofudur. Yunan Felsefesinin kurucusu olarak bilinir. Sokrates Yunan gençlerine eğitim veren bir bilge öğretmen ve filozof olarak tanınmıştır. Alçakgönüllü ve bilgiyi seven birisi olup Yunan gençleri üzerinde büyük etkisi olmuştur.

Sokrates uzun bir süre askerlik yapmış ve çeşitli savaşlara katılmış ve kahramanlığı ile de ün salmıştır. Bir ara mahkemede jüri üyeliği yapmış ve bir müddet de yargıçlık görevini ifa etmiştir. Mahkeme kadısı ve hâkimi olduğu dönemde daima hakkı gözetmiş ve yöneticiler dâhil kanun dışı uygulamalara asla müsaade etmemiş ve haksızlığa asla göz yummamıştır. O daima “En önemli şeyin yaşamak değil, dürüst ve iyi bir hayat yaşamak” olduğunu savunmuştur.
Plüralist bir inancın ve ahlaksızlığın yaygın olduğu bir dönemde “Tevhit” inancını ve “Ahlak Felsefesini” öne çıkarmıştır. İnanç ve ahlak öğretisi ile öyle büyük bir hayran kitlesi meydana getirir ki talebeleri de onun gibi sade yaşamaya ve çıplak ayakla dolaşmaya başlarlar. Bu sebeple Yunan gençlerini yoldan çıkarmak, inançlarını ve ahlaklarını bozmakla suçlanır.

Özel hayatı hakkında fazla bilgiye sahip olmadığımız Sokrates yazılı bir eser de bırakmış değildir. Konuşmaları ve düşünceleri daha sonra talebesi olan Platon (Eflatun) tarafından kaleme alınmış, yorumlanmış ve Aristoles tarafından geliştirilmiştir. Bunların içinde en meşhur olanı bir nefis müdafaası olmayan ve platon tarafından kaleme alınan meşhur “Savunması”dır.

Sokrates herhangi bir ekole ve mektebe mensup değildi. O düşüncelerini ve fikirlerini çarşı pazar dolaşarak ve tartışarak yaymış, yanına gelen öğrencilere öğretmiştir. O “doğru olan başlangıç önce gençlerin yetişmesini sağlamaktır” ilkesinden yola çıkmıştır. Öğretisini de “Doğru nedir? Doğru bir yaşayış nasıl olmalıdır?” sorusuna cevap aramak üzerine kurmuştur.

Sokrates’e göre cehaletten daha büyük bir kötülük yoktur. Dostu Khairephon vasıtası ile bilge adamı olarak kabul ettiği Pythies’e dünyanın en bilge adamını sordurur. Ondan “Sokrates” cevabını alınca kendi hakkında şüpheye düşer. Çünkü kendisinin hiçbir şeyi bilmediğinin farkındadır. Bunun üzerine araştırmaya karar verir. İsimleri bilgeye çıkan politikacılara, ozanlara ve şairlere, sonra sanatkârların yanına gider ve onlara çeşitli sorular sorar. Bu soruların içinde “Sen kimsin? Nereden geliyorsun ve nereye gideceksin? Hayatın anlamı ve mahiyeti nedir? İnsan ve varlık neden vardır? İnsanın görevi nedir?” gibi insan, hayat ve ölüm gibi gerçekler ve bunları insana veren yaratıcının sorgulanması vardır. Bakar ki bilge ve akıllı olarak bilinen bu insanlar aslında koyu bir cehalet içinde yüzmektedirler. Bu konularda bildikleri hiçbir şey yoktur. Bu kişiler hem bir şey bilmemektedirler, hem de bildiklerini iddia etmektedirler. Bundan daha büyük cehalet ve kötülük olamaz. Oysa Sokrat bu kişilerden farklı olarak bilmediğini bilir. En azından bilmediğinin farkındadır. Tam bu noktada o kişilerden daha bilge olmaktadır. Yani Sokrates kendi bilgisizliğinin farkında olan birisi olarak hiç olmazsa bilmediğini bilmekte ve öğrenme merakını kendisinde bulmaktadır. Bu durumda Sokrates kendisini tanımaktadır.

MÖ 399 yılında Atina’da mahkemeye çıkarılır ve daha sonra talebesi Platon’un kaleme aldığı meşhur “Savunması”nı yapar. Ama mahkemece “Baldıran zehri içerek öldürülmesine” karar verilir. Sokrates idam talebi ile yargılanırken, fikirlerinden vazgeçmesi halinde affedileceği bildirilmiş, ama o mahkemede de fikirlerini ve inançlarını savunmaya devam etmiştir. Mahkeme uzun tartışmalardan sonra 275’e karşı 281 oy ile “baldıran zehiri içerek” ölümüne karar vermiştir. Bu karardan sonra bir ay kadar infaz gününü bekleyen Sokrates öğretisini yaymaya hapishanede de devam etmiş, kendisini kaçırmak isteyenlere müsaade etmemiş ve “Bu durumda öğretime ve kendime ihanet etmiş olurum” demiştir. İnfaz günü gelince infaz heyetinin huzurunda kimsenin müdahalesine fırsat vermeden büyük bir soğukkanlılıkla “Şimdi benim Allah ile beraber olma ve sadece ona yalvarma zamanımdır. Buradan oraya güzel bir yolculuk olsun” demiş ve kölenin tuttuğu zehiri elinden alarak sonuna kadar içmiştir. Sonra da dostu Kriton’a dürüstlük ve sadakatin en çarpıcı örneği olan şu sözü söylemiştir. “Asklepios’a bir horoz borçluyuz, parasını ver. Sakın unutma!..”

Akılcı Ahlak Felsefesi ve Diyalektiği:
Bu araştırmanın sonunda Sokrates bilge olarak kabul ettiği Pythies’in ne demek istediğini anlamıştır. Onun yargısı gerçekten doğru bir yargıdır. Sokrates bundan sonra “Kendini Tanı” ilkesini ortaya koyar. İnsan yaratıcı tarafından mükemmel olarak yaratılmıştır ve her insan yaratılıştan iyidir. Kötülük yaratılıştan gelmez, bilgisizlikten kaynaklanır. İnsanların, eğitimin ve çevrenin cehaleti ve yanlışları mükemmel yaratılışa sahip olan insanı bozmakta ve kabiliyetlerini söndürmekte ve kötülüğe itmektedir. Sokrates bu noktadan yola çıkarak “Akılcı Ahlakçılığını” ortaya koyar.

Sokrates’in “kendini tanıma” ilkesinin gereği olarak insanın kendisine ve başkasına sorular sorarak “sınamadan geçirmesi” ve “akla göre” yanlışları çürüterek doğruyu bulması gerekir. Buna “mantıksal çürütme metodu” denilmiştir. Bunun için Sokrates öncüllerden ve önermelerden yola çıkar. Sonra soru-cevap metodu ile genel yargıları çürüterek sonuca ulaşır.

Sokrates çürütme uygulamasına son derece önem verir ve bunun Felsefe ile aynı şey olduğunu savunur. Bu şekilde sorgulama metodunun amacını da iyiye, güzele, erdeme, fazilete ve doğruya ulaşmak ve gerçeği bulmak şeklinde özetler. Sokrates karşılıklı konuşmalar, soru ve cevaplardan yola çıkarak yüzeysel bilginin gerçek bilgi olmadığını ve yanlışlığını ortaya çıkarır. Sorularını bir kavramı tanımlamayı amaçlayarak istenen doğruya yönlendirir. Bu konuşmalarda konuşmacının söylediklerinde bulduğu tutarsızlıkları ve çelişkileri ortaya çıkararak yüzeysel bilginin ve doğru olarak bilinen şeylerin bırakılmasını sağlar. Sonra da doğru olan ve olması gereken şeyleri bir mantık silsilesi içinde ortaya koyar.

Sokrates’in ölümünden sonra “Sokratik Diyaloglar” edebiyatı ortaya çıkmıştır. Sokrates’in bu metodunu talebesi Platon geliştirerek devam ettirir. Sokrates dengeli ve nefsine hâkim ve sert mizaçlı birisidir. Ancak düşmanları tarafından sözcüklerle oynayan, gençleri yoldan çıkaran ve devleti yıkmaya çalışan ve devletin otoritesini sorgulayan bir sofist olduğu iddia edilerek eleştirilmiştir.

Daha sonraki filozoflardan Kant Sokrates’i “Aklın ideali” Hegel de “Bir insanlık kahramanı, felsefesini yazmayan ama yaşayan gerçek bir filozof” olarak tanımlamışlardır. Biz Sokrates’i talebesi Platon’un yazılarından ve anlatımlarından tanımaktayız. Sokrates öldürüldüğü zaman Platon otuz bir yaşındaydı. Daha sonra Platon Akademia’yı kurarak eğitime hizmet etmeye devam etmiş, Sokrates’in yolunu takip etmiş ve eserlerini yazmıştır.

Sokrates’in Öğretisi:
Sokrates’in öğretisini devam ettirmek amacı ile ölümünden sonra talebeleri tarafından çeşitli okullar kurulmuştur. “Megara Okulu” “Kinik Okulu” “Elis-Eretria Okulu” bunlardan bazılarıdır. Bunlardan en meşhuru Platon’un “Akademi” isimli okuludur. Bu okullar sayesinde insanlar onu anlamaya ve öğretilerini yaymaya devam etmişler ve felsefesinin günümüze kadar gelmesini sağlamıştır.

Sokrates Yunan Felsefesi’ni o derece etkilemiştir ki Yunan Felsefesi “Sokrat’tan Önce ve Sokrat’tan sonra” biçiminde ikiye ayrılmıştır. Sokrates “Kendini bil / Kendini tanı” (Ganothi Seauton) ilkesinden yola çıkar. Kendini tanımanın varlığı doğru olarak tanıma ve tanımlamayı netice vereceğini savunmuştur. Ona göre varlık insan ile değer kazanır. İnsanın kendisini doğru olarak tanıması varlığı da doğru algılaması için gereklidir.

Araştırmacıların bulgularına göre Sokrates’in düşüncesinin temelinde kâinatın düzenli bir bütün olduğu ve bir yaratıcı tarafından idare edildiği, bundan dolayı da mükemmel bir düzenin olduğu görüşü yatıyordu. İnsan ise varlığın odak noktasında bulunuyordu. Bu sebeple insanın kendisini tanıması varlığı doğru olarak algılaması ve anlamlandırması için şarttı. Bunu kavramak için de özel bir gayret gerekiyordu. Günlük geçim kaygısı, mal sevdası ve politik kaygılar ve çabalar içinde bulunan insanların bunları düşünmeye zamanı yoktu ve bunun için sorgulama yöntemi ile uyarılmaları gerekiyordu. Sokrates’in yaptığı da bundan başka bir şey değildi.

Düşüncesini oluşturan temel ilkeleri de okulunun kapısına asmıştı. Orada “Yaratıcı birdir. Başlangıcı yoktur, sonu da olmayacaktır. Her şeyin yaratıcısı O’dur ve hiçbir şeye benzemez” yazıyordu. Bu inanç plüralist bir inanca sahip olan ve pek çok tanrılara inanan Atina halkının tepkisini çekiyor ve gençlerimizi yoldan çıkarıyor, inancımızı bozuyor demelerine sebep olmuştu. Mahkemeye çıkarılmasının temelinde de bu vardı.

Sokrates 70 yaşının üzerinde birçok taraftar bulmasını kıskanan ve çalışmalarından rahatsız olanlar ve kendi çıkarları doğrultusunda kurdukları düzenin eleştirilmesine katlanmayan elit zümre tarafından Yunan âlihelerini ve tanrılarını inkâr etmek, dine aykırı davranmak, yeni din icat etmek ve gençleri düzene karşı ayaklandırmaya çalışmakla suçlanmıştır.

Sokrates kendisini anlatırken şöyle der: “Çocukluğumdan beri içimde beni izleyen Allah’ın vermiş olduğu kutsal bir ses vardır. O bana yapacağım şeyi fısıldar ve ne yapmam gerektiğini gösterir. Ama hiçbir zaman beni herhangi bir şeye zorlamaz” demiştir. Bir başka zaman da “Allah bana kendimi ve başkalarını inceleme, tanıma ve bilme konusunda bir görev vermiştir” der. Sokrates buna “bilgiyi arama” görevi de der. Ona göre fazilet demek bilgi demektir.

Sokrates savunmasında da bu konuda şöyle demiştir: “Atinalılar! Sizi sayarım ve severim; Allah’a sizden daha çok baş eğerim. Hayatım ve gücüm var oldukça, bilgiyi, erdemi, hak bildiklerimi uygulamak ve öğretmekten, rastladığım kişileri uyarmaktan vazgeçmeyeceğim. Çünkü bunun Allah’ın emri olduğunu bilirsiniz.”

Sokrates insanların çok şey bildiklerini sandığını, ama gerçekte pek az bir şey bildiğini onlara sorular sorarak ortaya koymaya çalışmıştır. Kendi bilgisini de “Bir şey biliyorum. O da hiçbir şey bilmediğimdir” sözü ile ortaya koymuştur. Sokrat’a göre “Gerçek bilge, her şeyi bilen Allah’tır.” İçinde duyduğu kendisini gerçeğin bilgisini aramaya yönelten ses de Allah’ın ilhamından başka bir şey değildir. Sokrates’in “Benim Diamon’um” dediği ses bu ilahî ilhamdan başka bir şey değildi. Sokrat tam bir “Muvahhid” olarak Allah’ın birliğine inanıyor ve kendi hayatı ile beraber tüm varlığı ve kâinatı kudreti ile sevk ve idare ettiğine sağlam bir iman şuuru ile inanıyordu.

Bediüzzaman Said Nursi ve Risale-i Nurlarda Sokrat:
Bediüzzaman’ın tashihinden geçen Tarihçe-i Hayat’ta Osman Yüksel SERDENGEÇTİ’nin Sokrat hakkında şöyle bir ifadesi vardır: “Niçin Sokrat bu kadar büyüktür? Bir fikir uğruna hayatı hakir gördüğü için değil mi? Said Nursi en az bir Sokrat’tır.” (Tarihçe-i hayat, 2006, s.964) Bediüzzaman tashih ettiği bu kitapta bu ifadeye dokunmamıştır.

Bediüzzaman Said Nursi hazretleri Allah’a giden yolların nefesler sayısı kadar fazla olduğunu kabul etmekle beraber meslek olarak üç temel mesleğe bağlı olduğunu ifade eder. Bu mesleklerin başında “Din Yolu” gelir ki bu yok “Cadde-i Kübra”dır. Vahiy, akıl ve kalbi birleştiren bu geniş yolda bütün insanlar rahatlıkla ve hiçbir tehlikeye maruz kalmadan gidebilirler.

İkinci yol “İlim Yoludur.” Bu yolda ise akıl, zekâ ve ilimle gidilebilir. İlimler insanlara “Marifetullah” yolunu açtığı için “Allah’tan gerçek manada âlimler korkarlar.” Bununla beraber ilmi gerçeği bulma vasıtası ve hak ve hakikate hizmet aracı olarak değil de insanın arzularına ve dünya hayatını kazanmaya vasıta yapanlar pek büyük gaflet perdesi altına girdikleri için bu yolda tehlike ihtimali büyüktür. Bu yolda giden ve aklına, zekâsına ilmine güvenenler dinini gösterdiği istikameti korumadıkları zaman bu ilim kendilerini Allah’a yaklaştırmak yerine Allah’tan uzaklaştıran zararlı bir meslek haline getirmiş olurlar. Bunun için peygamberimiz (sav) bizlere “Fayda vermeyen ilimden Allah’a sığınırım” buyurarak faydasız ilim yoktur ama insanı Allah’tan uzaklaştıran her ilim zararlıdır, sizi Allah’tan uzaklaştıran ilimden Allah’a sığının buyurmuşlardır. Bu yol çok uzun olmakla beraber güzelliği ve cazibesi çoktur ve bu yolda gidenlerin çoğu kurtuluşa erer.

Üçüncü yol ise Felsefe yoludur. Felsefe yolunda akla güvenmek ve akıl ile Allah’a ulaşmak söz konusudur. Bu yol ise Bediüzzaman’ın ifadesi ile “Yer altından tünel kazarak gitmeye benzer.”

Bediüzzaman hazretleri Fatiha’nın tefsirini yaparken Allah’a giden bu üç yolu tahlil eder. Felsefe yolunda çoklarının boğulduğunu ancak yüzde birinin kurtulduğunu ifade eder ve bunların içinden de Eflâtun ve Sokrat’ı örnek gösterir. (Sözler, 2004, s. 1204)

Bediüzzaman mü’min ve muvahhit olan Sokrat’ı daima hayırla anmış ve onu müdafaa etmiştir. Bir gün İstanbul’da üniversite talebelerinden Muhsin Alev’in Sokrat için “zehir içerek intihar etti” demesi üzerine Üstad: “Nasıl intihar edebilir? İntihar etmedi, mahkûm edildi. İntihar etmek günahtır. İntihar eden büyük katil olur” buyurarak Sokrat’ı müdafaa etmiştir. (Son Şahitler, 1:216)

PLATON / EFLATUN

M. Ali KAYA

Giriş:
Hayatı boyunca kendi düşünceleri dâhil hemen hemen her konuyu sorgulayan, hayatın farklı cephelerine ve problemlerine çözümler üreten Platon, yaşadığı dönem itibariyle tabiat ve insan ilişkisini konu alan bir felsefi dönemde yaşamıştır.

Sokrates ile başlayan bu sorgulama dönemini sistematik hale getiren ise Platon ve talebesi Aristoles’tir. Bu dönemde daha önce sorgulanarak elde edilen bilgiler sistemli bir hale getirilmeye çalışılmıştır. Birinci dönem filozoflar tabiatı ele alarak sorgulamışlardı, ikinci dönemde ise tabiat içinde insanın rolü sorgulanmıştı. Üçüncü dönemde ise her ikisi arasında bir denge kurularak sistemli bir şekilde insan ve kâinat münasebetleri geliştirilerek daha sonra ortaya çıkacak olan felsefî ilimlerin (Matematik, Fizik, Tabiat İlimleri, Astronomi vb.) temelleri atılmıştır.

Platon’un bunlar arasında önemli bir yeri vardır. Çünkü Platon fizik âlemi ile metafizik âlem arasındaki münasebeti nazara veren ve bu iki âlemi birden ele alan bir filozof olarak ayrı bir yeri ve değeri vardır. Platonun sistematik ve disipline edilmiş bilgilerin araştırılması dönemini başlatmış olmanın yanında bir diğer yönü de “İdealizm” denen akıl yürütme ve gerçekçilik akımına öncülük etmiş olmasıdır.

Platonun Hayatı:
Platon MÖ 427 yılında Atina’da aristokrat ve zengin bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. 20 yaşlarında Sokrates ile tanışır ve ölümüne kadar (399) ondan ayrılmaz. Sokrates’in ölümünden sonra 12 yıl boyunca Mısır, Keyrenye ve Taras’a gider ve bu arada Sicilya’ya üç ayrı ziyaret gerçekleştirir.

Atina o dönemlerde hem askerî, hem ekonomik, hem de kültürel bakımdan çok gelişmiştir. MÖ 480-490 yıllarında Perslerin saldırılarını püskürterek zamanının “Delos Deniz Birliği” içinde önemli bir güç haline gelmiştir. Ama Isparta ile çatışma içine girmek durumunda kalır. Isparta o dönemde demokrasiye sıcak bakmayan, oligarşik, tutucu, gücünü baskı altında tuttuğu kölelerden alan, askerî güce önem veren; ama sanat alanındaki yeniliklere değer vermeyen bir tutum içindedir.

Perslerin yayılmacı geniş devlet yapılarına karşın Yunan bölgesinden her kentin bir diğerini rakip olarak gördüğü şehir yönetimlerinin hâkim olduğu bir yapıdadır. Böyle bir ortamda Atina ile Isparta arsında meşhur Peloponnesos savaşları başlar. Atina 404 yılında kesin bir bozgun yaşar. Platon bu dönemde 409 yılında 18 yaşlarında askerliğini yapar. Bu dönem yaşanan bozgunun getirmiş olduğu, yüksek ideallerin çöktüğü, acıyı ve umutsuzluğu beraberinde getiren bir dönemdir. Savaş dönemlerinde Atina’da bulunan ve yönetimde de büyük ağırlıkları olan demokrat tüccar sınıfının politikaları Platon’un fikir dünyasına fazlasıyla malzeme sağlar. Bir ara Platon herkes gibi askerî sahada yaşanan bozgunun sebebini Atina demokrasisinin gevşekliğine, Isparta’nın dikta disiplinine ve düzenine bağlar.

Atina’da çeşitli kanlı olaylardan sonra 403 yılında Atina Demokrasisi yeniden işlemeye başlar; ancak bu dönemde de Sokrates’in mahkûmiyeti ve idamı Platon’un demokrasiye olan nefretini haklı çıkarır. Bu bakımdan Platon demokrasi idaresini “ayak takımının yönetimi” olarak isimlendirir. Platon’un idealindeki yönetim “Erdemli ve bilge insanların yönetimidir” ki buna “Medine-i Fâzıla” adı verilmiştir.

Sokrates’in idamından sonra Platon Sokrates’in sevenleri ile birlikte Megara’ya gitmiş, bir süre sonra tekrar Atina’ya dönerek “Akademi”sini kurarak eğitim ve öğretim faaliyetlerine başlamıştır. Bu okulda “Politika, Hukuk, Felsefe ve Yasalar” konusunda dersler vermeye başlamıştır.

Platon seyahatleri esnasında Mısırlı rahiplerden Matematik ve Astronomi öğrenmiştir. Ayrıca Sicilya’ya yaptığı seyahatlerinde de hem siyasetle ve idarecilerle görüşüp konuştu hem de yasalar konusunda büyük bilgi ve tecrübe sahibi oldu. Bilhassa yöneticiler kralların yasalarda reformlar yapmaları için onun kralları ikna etmesini istiyorlar ve bir nevi obdustmanlık yapmalarını istiyorlardı.

361 yılında Sicilya’dan dönerken bir ara korsanlar tarafından köle olarak satılan Platon köle pazarında bir tanıdığı tarafından satın alınarak Atina’ya dönmesi sağlanmıştır.

Bu arada edindiği bilgilerini ve öğretmenleri olan Sokrates ve benzeri filozofların konuşmalarını ve siyasi gözlemlerini kendi fikirleri ile yoğurarak yazılı hale getirmiştir. En son yazdığı eseri hayatının ve tecrübelerinin son ürünü olan Nomio (Yasalar) adlı eserini yazmıştır.

Platon MÖ. 347 yılında 80 yaşında vefat etmiştir.

Eserleri:
1. Apoliga: Sokrates’in savunması,
2. Kriton, Protagoras, Ion: Diyaloglar ve Konuşmalar
3. Politeia: Devlet Felsefesi
4. Gorgias, Menon: Diyaloglar ve Münazaralar (Geçiş Diyalogları)
5. Symposion, Phaidon, Politeia II-X (Devlet) Phaidros: Olgunluk Diyalogları
6. Theitetos, Parminedes, Sophistes, Politikos, Philebos, Timaios, Kritias, Nomoi (Yasalar): Yaşlılık diyalogları…

Felsefesi:
Gençlik döneminde Sokrates’in etkisinde olan Platon daha çok “Bilgi ve Erdem” konuşlarını incelemiştir. Zamanla Sokrates’in görüşlerini aşarak kendi düşüncelerini de oluşturmasına rağmen yazdıklarını daha çok Sokrates’in ağzından dile getirmiş ve Sofistlere karşı Sokrates’in akılcılığını müdafaa etmiştir. Platon Sokrates gibi “Tümevarım” metodunu kullanır.

1. Ruh Teorisi:
Bilgi ve erdemin kaynağını ruhun oluşturduğunu savunan Platon, daha sonra mutlak değişmez ile değişken arasındaki ilişkinin ruhtan kaynaklandığını savunur. Sofistlerin hazza dayanan düşüncelerine “iyi” kavramı ile karşı çıkar. Platon ruhun üç bölümden meydana geldiğini savunur. Bunlar; “akıl, irade ve iştiha”dır. Akıl, bilgeliği arar, irade insanı yönlendirir ve idare eder. İştiha ise ruhun beden ile ilişkisini temin eder ve bedenin isteklerine bakan yönüdür. İnsan bedensel isteklerini irade ile kontrol altına alarak ruhun akıl yönüne ağırlık vermelidir ki iyiye ve doğruya yönelmiş olsun. Bedenin istekleri bitmek bilmez, buna esir olan kimse ruhun yüce duygularına bakan yönünü ihmal eder. Gerçek âlem olan ve bu fani dünyanın kaynaklarını teşkil eden idealer dünyasına bedenimiz değil aklımızla ve ruhumuzla gideceğimizi belirtir. “Bedeni eğitmenin ve beceri kazandırmanın amacı ruha yardımcı olması ve ruhun gelişimini sağlaması içindir” der. Bedenin ölümü ile gerçek âlem olan idealar dünyasına ruhun ancak akıl bölümü gidebilir demiştir.

2. Bilgi Teorisi:
Bilginin araştırma ve öğrenme yolu ile kazanılacağını belirten Platon felsefenin olabilmesi için bilgi sahibi olmanın şart olduğunu söyler. Platon ayrıca erdemin bilgi demek olduğunu da iddia eder. Bilgiyi erdem haline getiren şey ise dialektik dediğimiz sorgulama teknikleridir. Diyalektiği geliştiren Platon bunu üç aşamaya ayırmıştır. Birincisi, Sokratik soru-cevap şeklindeki tartışma sanatıdır. İkincisi, hipotezlerden yola çıkarak akıl yürütme metodudur. Üçüncüsü ise, bölme metodudur ki bir türün tanımına ulaşana kadar cinsleri bölerek bireylere kadar indirerek tanımlama ve ondan yola çıkarak cinsi tanıma ve tanımlama metodudur. Platon böylece gerçeklere ulaşılabileceğini kanıtlamıştır.



. İdealar Teorisi:
Platonun idealist düşüncesinde iki dünya vardır. Birincisi duyularımızla algıladığımız görünen dünyadır. Bu görünen dünyada, yâni âlem-i şahadette değişim ve dönüşümler yaşanır. Bu değişen gelip geçen fani dünyadır. Bu dünyanın arkasına takılmanın ve bunu gerçek sanmanın pek önemi yoktur. Çünkü her şey devamlı değişim içindedir, dolayısıyla buna ait bilgiler de geçicidir. İkincisi ise, kavranan ve akıl ile algılanan gerçek dünyadır. Geçici dünyadaki kötü olmayan her şeyin değişmeyen sabit bir gerçekliği vardır ki bu idealar dünyasında vardır. “Kötülüğün ideası yoksa varlığının sebebi nedir?” sorusuna da “bunların sabit bir gerçekliği olmayıp hazları meydana getiren insan bedenidir” şeklinde cevap verir. Yeme, içme, cinsel arzular ruhun beden, yani nefis ile ortak olarak oluşturduğu hazlar olduğunu ve bunun da geçici olduğunu ifade eder. Kötülüğün bir gerçekliği ve ideası olmuş olsaydı o zaman kötülüğün değişmez/değiştirilemez ve ortadan kaldırılamaz olduğunu savunmak demektir. Bu sebepledir ki bütün dinlerde ve kutsal kitaplarda “iyilik Allah’tan, kötülük ise nefisten kaynaklanır” denilmiştir. Bundan anlaşılmaktadır ki, kötülük ilâhî olmayıp, fıtratın ve yaratılışın bozulmasından kaynaklanmaktadır.

Gerçek dünyada yer alan ve akıl ile kavranan idealar hiyerarşik bir yapı içinde yerini alır. En üstte “iyilik ideası” vardır. Duyu organlarımızla algılanmayan bu dünyayı kavramanın ve anlamanın tek yolu akıl yürütme ile doğru düşünmedir; yani felsefe yapmaktır. Buna göre, âdil insanın arkasında “Adalet” ideası, güzel nesnelerin arkasında da “Güzellik ideası” vardır. Aynı şekilde bütün iyiliklerin arkasında bir “Rahmet ideası” ve doğru bilgilerin arkasında ise bir “Hikmet İdesı” olmalıdır ki onların yansıması ile bilgi ve hikmet, şefkat ve merhamet meydana gelsin. Platon’a göre idealar dünyası olmadan ve her şeyin bir hakikati olmadan onların yansımaları olan bu dünyada gelişme ve değişme mümkün olmaz. Yaratıcının yarattığı görünen varlıklar ya fıtratlarının gereği olarak idealar dünyasına göre kemale erer veya bozularak kötülüğü meydana getirirler.

Kavramlar ideaların varlığının en büyük kanıtıdır. Çünkü insandan bahsetmeden önce bir “İnsanlık” kavramı olduğu gibi, örneğin “elma” dediğimiz zaman, tek tek elmalardan değil, bir “elma kavramından” söz ederiz. Bu kavramlar olmadan düşüncelerimiz bile teşekkül etmez, nerede kaldı ki idealar olmadan varlıklar olsun. İnsan ruhunun tekâmülü, aklın ideaları anlaması ve onların gerçekliğine göre davranması ile mümkün olabilir. Gerçek bilgi ve hikmet de bu şekilde ortaya çıkar.

Platonun anlatmaya çalıştığı şey aslında Bediüzzaman’ın “Her şeyin hakikati Esma-i İlâhiye’ye dayanır ve bu sayede o şey hakikat olur” ifadeleri ile açıkladığı husustur.

4. Sanat Anlayışı:
Platon sanata ve sanatçıya mesafeli yaklaştığı görülmektedir. Sanatçının taklit ettiği örnekler gerçeğin kendisi değil, gölgesidir. Gölgeye takılıp kalmak ise gerçeğe uzak kalmak anlamına geldiğini düşünmektedir. Platon’a göre bir ressamın taklit ettiği nesneler zaten gölgenin gölgesidir. Bu durumda gölgenin gölgesi ile meşgul olduklarını belirtir. Yani ressam ideanın değil, ideanın taklidinin taklidini yapmaktadır.

Yine Homeros ve Tragedya yazarları akıl yoluyla ilerleyen kimseler olmayıp, tutkularına kapılmış insanların taklidini yaptıklarını söyler. Böylece sanatçıların insanları gerçeklere değil, haz ve tutkuya yönlendirirler. Sanat taklit olduğu için bir bilgi değildir ve ciddi bir iş de değildir.

Sanat eserlerini üçe ayıran Platon bunlardan birincisi “dythrambos” adı verilen ozanın kendi duygularını dile getirdiği türler. İkincisi, “komedi ve tragedya” denen kişilerin taklit edildiği türler. Üçüncüsü ise, “epos” denen her iki türden oluşan türlerdir.

5. Devlet Görüşü:
Platon’a göre devlet bireylerin sosyal bir varlık olup ihtiyaçlarını tek başına karşılayamamasından bir ihtiyaç olarak doğmuştur. Devlet, halk, koruyucular, askerler ve memurlardan oluşur. Yine devlette koruyucular karar verenlerdir, askerler ise onlara yardım edenler sınıfını teşkil eder. Mal ve mülk sağlayan ve devlete gelir getirenler ise halkın içinde bulunan tüccarlar ve sanatkârlardır.

Devleti bir bedene benzeten Platon söz konusu üç sınıfı da ruhun üç bölümüne uyarlar. Devletin koruyucuları ve karar veren idareciler akla benzerler. Onları koruyan askerleri iradeye, mal mülk peşinde koşan halkı da iştihaya benzetir. Her sınıfın bir erdemi vardır. Yöneticilerin erdemi bilgelik, koruyucu askerlerin erdemi cesaret, halkın erdemi ise ölçülü ve dengeli bir hayat sürmeleridir. Adalet ise herkesin üzerine düşeni yapması ile ortaya çıkan bir erdemdir. Toplumun adil olması ancak herkesin üzerine düşeni yapmasına ve adalete yardımcı olmasına bağlıdır.

Bir devletin mükemmel olması yöneticilerin filozof olmasına bağlıdır. Sonra eğitim eşit bir şekilde kadına ve erkeğe verilmelidir. Çocukları ise bilgeler eğitmelidirler. Kadın ve erkek arasında sorumluluk eşit olacaktır. Faziletli bir toplumun örneği “idealar dünyasında” vardır. Herkes bunu kendisine örnek almalı ve faziletli olmak için çalışmalıdır. İdeal bir devlete yaklaşma durumuna göre yeryüzünde kurulan devlet türleri dörde ayrılmaktadır. Birincisi, Timokrasi denen şan ve şöhret düşkünlerinin devleti. İkincisi, Oligarşi denen zengin sınıfın devleti. Üçüncüsü, eşitliği esas almaya çalışan Demokrasi ve dördüncüsü de tek bir tiranın yönetimini ve diktasını esas alan Tiranlık’tır.

“Devlet” isimli kitaplarında bütün bu bozuk yönetim biçimlerini tek tek inceleyen Platon’un savunduğu ve ideal olarak gördüğü devlet şekli Aristokratik Monarşidir. Tabii ki bu monarşinin başında filozof kral bulunmalıdır. Daha sonra bu tezini geliştiren Platon “Yasalar” kitabında Monarşi ve Demokrasi karışımı bir devlet yönetimini önerir.

Daha sonra ortaya çıkan bütün filozoflar, devlet kuramcıları ve yönetim bilimcileri ister istemez Platonun bu düşünce ve felsefesinden etkilenmişlerdir.

Bediüzzaman ve Platon/Eflatun:
Bediüzzaman “Eski Said döneminde felsefede çok ileri gitmiştir. Garbın Sokrat’ı, Eflâtun’u, Aristo’su gibi hakikatli feylesofları ve Şarkın İbn-i Sinâ, İbn-i Rüşd, Fârâbi gibi dâhî hükemâlarından felsefe ve hikmette Kur’ân-ı Hakîmin feyziyle geride bırakmıştır.” (Sözler, 2004, Konferans, 1231)

Bediüzzaman Risale-i Nurlarda Sokrat ismini dört defa zikrettiği halde Eflatun isminden yirmi yerde bahsetmektedir. Genel olarak ele aldığımız ve incelediğimiz zaman, Bediüzzaman Said Nursi hazretleri silsile-i felsefenin dâhîleri olarak Eflatun, Aristo, İbn-i Sina ve Farâbî’yi sayar. Eflatun dışında sayılanların “İnsanların gâyetü’l-gâyâtı teşebbüh-ü bilvâcip, yani Vâcibu’l-Vücûda benzemektir” deyip Firavunâne bir hüküm verdiklerini belirtir. Bu hüküm ile enâniyeti kamçılayarak şirke yol açtıklarını belirterek “insaniyetin esasında münderiç olan acz ve zaaf, fakr ve ihtiyaç, naks ve kusur kapılarını kapayıp, ubûdiyetin yolunu seddettiklerini” ifade eder. (Sözler, 880, 888) Mağdup ve dâllîn yolu olan Felsefe mesleğinde ancak Eflatun ve Sokrat gibi yüzde birinin kurtulacağını (Sözler, 1205) belirten Bediüzzaman dâhi-i meşhur Ebu Ali İbn-i Sinâ’yı İslam hükemasınının Eflâtunu olarak görür. (Lem’alar, 2005, s.368)

Akıl ve zekâ, ilim ve felsefe konusunda Bediüzzaman devamlı olarak Eflatun’u örnek gösterir. (Lem’alar, 428) Eflatunu şuurlu, Calinos’u da hikmet sahibi olduğunu belirten (İşâratu’l-İ’câz, 2006, s. 233 Muhakemat, 2006, s.168) Bediüzzaman Eflâtunun “Medine-i Fâzıla” şeklinde ortaya koyduğu ideal devlet felsefesinin ideal olmakla beraber hayal olduğunu belirtir. Bediüzzaman “İslâmiyet’in insaniyet-i kübrâ ve şeriatın ise medeniyeti fuzlâ (en faziletli medeniyet) olduğundan, âlem-i İslamiyet, Medine-i fazıla-i Eflâtuniye (Eflatunun hayal ettiği faziletli şehri) olmaya sezadır. (lâyık) (Tarihçe-i Hayat, 65; Divan-i Harb-i Örfî, 1993, s. 47) buyurarak uygulanabilir ideal devlet sisteminin ancak İslamiyet içinde hayat bulabileceğine dikkatleri çekmiştir.

Devlet ve hükümetle ilgili görüşlerini dile getirdiği “Münazarat” isimli eserinde Bediüzzaman bir şahsın dahi hata ve kusurdan yoksun olmadığını, insanların oluşturduğu şahs-ı mânevi olan hükümetin de masum olamayacağını belirttikten sonra, masum bir hükümetin ancak “Eflâtûn-i İlâhînin Medine-i fazıla-i hayaliyesinde masum olabilir” (Münazarat, 1996, s.39) diyerek Eflatun’un Medine-i Fazılasının ancak ideal bir hükümet şekli olabileceğini ifade ile meşrutiyetin/demokrasinin istibdada nispeten su-i istimalleri önleyebileceğini ifade etmektedir.

İstibdadın kalkması, hürriyetin her tarafa hâkim olması ile insanların istidat ve kabiliyetlerinin inkişafa başlayacağını ve o zaman Asya ve Rumeli’nin Eflâtunları, Dekartları, Bismarkları, İbn-i Sina ve Taftazanileri geri bırakacak istidat ve kabiliyetlerin yetişeceğini de müjdeler. (Divan-ı Harb-i Örfî, 1993, s. 83)

Bediüzzaman’ın Kur’an-ı Kerimden ilham alarak akıl ve kalbin ittifakı ile ortaya koyduğu mesleğine yakın görüşler ortaya koyan Eflatun’u takdir etmemesi elbette düşünülemezdi. Plüralist bir din, materyalist bir hayat içinde Allah’ın birliğine ve ahrete inanan, her şeyin hakikatinin idealer dünyası dediği Allah’ın esmasını araması, ahiret hayatını göstermesi gerçekten Eflatun’un kurtulduğunu ve bir Allah adamı olduğunu göstermiştir. (Sözler, 1205)

“Boş kafa şeytanın çalışma odasıdır” diyen Eflatun daima çalışmayı, hak yolda olmayı, hak ve hakikati ders vermiştir.

BEDİÜZZAMAN VE FELSEFE

M. Ali KAYA

Felsefe aklın düşünmesi ile ortaya koyduğu fikir ve düşüncelere verilen genel bir isimdir. Bu bakımdan düşünen adama “Filozof” adı verilmiştir. Her insan inandığı gibi düşünür de… Ancak bu düşünceler ya gerçekleri ortaya çıkarır veya gerçekle ilgisi olmayan hayalî şeyleri ortaya koyar. Dil insanın aklî bilgilerinin, kalbi hislerinin veya hayallerini ifade eden bir vasıtadır. Düşünceler gerçekleri ortaya koyarlarsa buna ilim adı verilir. Duygularımızı güzel bir şekilde ifade ediyorsa buna da “edebiyat” adı verilir. Gerçekle ilgisi olmayan şeyleri ifade ediyorsa buna da “safsata” denilmektedir.

Düşüncelerimiz ya hakikatleri ortaya çıkarır veya gerçekle ilgisi olmayan şeyleri dile getirir. Ne olursa olsun akıldan çıkan ve düşüncelerimizin ürünü olan şeylere genel olarak “felsefe” adı verilmektedir. İnsanlar düşünmedikleri zaman felsefe de yapmazlar. Her ilim ve fikir adamının bir düşünce sistemi vardır ki buna “tefekkür sistemi” veya “felsefesi” denir.


Bediüzzaman hazretlerinin de her mütefekkir gibi kendine mahsus bir tefekkür sistemi vardır. Bediüzzaman hazretlerinin “Tarihçe-i Hayat” isimli eserinin ön sözünü yazan ve Medine’de buluna mühim bir âlim olan Ali Ulvi Kurucu burada “Üstadın Fikrî Cephesi” başlığı altında şunları ifade eder:

“Malûm ya, her mütefekkirin kendine mahsus bir tefekkür sistemi, fikrî hayatında takip ettiği bir gayesi ve bütün gönlüyle bağlandığı bir ideali vardır. Ve onun tefekkür sisteminden, gaye ve idealinden bahsetmek için uzun mukaddemeler serd edilir. Fakat Bediüzzaman'ın tefekkür sistemi, gaye ve ideali, uzun mukaddemelerle filân yorulmaksızın, bir cümleyle hülâsa edilebilir: “Bütün semavî kitapların ve bilumum peygamberlerin yegâne dâvâları olan "Hâlık-ı Kâinatın ulûhiyet ve vahdaniyetini ilân" ve bu büyük dâvâyı da ilmî, mantıkî ve felsefî delillerle ispat eylemektir.”

O halde Üstadın mantık, felsefe ve müspet ilimlerle de alâkası var?
Evet, mantık ve felsefe, Kur'ân'la barışıp hak ve hakikate hizmet ettikleri müddetçe, Üstad en büyük mantıkçı ve en kudretli bir filozoftur. Mukaddes ve cihanşümul dâvâsını ispat vâdisinde kullandığı en parlak delilleri ve en kat'î burhanları, Kur'ân-ı Kerîmin Allah kelâmı olduğunu her gün bir kat daha ispat ve ilân eden müsbet ilimdir.

Zaten felsefe, aslında hikmet mânâsına geldikçe, Vacibü'l-Vücud Tealâ ve Tekaddes Hazretlerini, Zât-ı Bâri'sine lâyık sıfatlarla ispata çalışan her eser en büyük hikmet ve o eserin sahibi de en büyük hakîmdir.

İşte Üstad, böyle ilmî bir yolu, yani Kur'ân-ı Kerîmin nurlu yolunu takip ettiği için, binlerle üniversitelinin imanını kurtarmak şerefine mazhar olmuştur. Hazretin bu hususta hâiz olduğu ilmî, edebî ve felsefî daha pek çok meziyetleri vardır. Fakat onları, eserlerinden misaller getirerek inşaallah müstakil bir eserde arz etmek emelindeyim. Ve minallahi't-tevfik.” (Tarihçe-i Hayat, 2006, s.34-35)

Ali Ulvi Kurucu’nun bu ifadeleri elbette Bediüzzaman’ın tashihinden geçerek buraya konulmuştur. Bediüzzaman bu ifadeleri aynen kabul etmiş ve kitabının başına koyarak neşrine müsaade etmiştir. Çünkü “Tarihçe-i Hayat” bu haliyle Bediüzzaman’ın hayatında ve 1958 tarihinde basılmıştır. Bediüzzaman’ın 23 Mart 1960 tarihinde Urfa’da vefat ettiği herkesin malumudur.

**
Bediüzzaman’ın en büyük ideali ve hizmeti daima “din ile ilmi”, “din ile felsefeyi” ve “din ile siyaseti” barıştırma ve din ile beraber hak ve hakikat yoluna sevk etmek ve böylece insanlığa hizmet etme amacına yöneliktir. Bediüzzaman bunu açık bir şekilde ifade eder:

“Eğer desen: "Acaba neden Kur’ân-ı Hakîm, felsefenin mevcudâttan bahsettiği gibi etmiyor? Bâzı mesâili mücmel bırakır, bâzısını nazar-ı umumiyi okşayacak, hiss-i âmmeyi rencide etmeyecek, fikr-i avâmı tâciz edip yormayacak bir sûret-i basitâne-i zâhirânede söylüyor."

Cevaben deriz ki: Felsefe, hakikatin yolunu şaşırmış onun için. Hem, geçmiş derslerden ve sözlerden elbette anlamışsın ki, Kur’ân-ı Hakîm şu kâinattan bahsediyor; tâ zât ve sıfât ve esmâ-i İlâhiyeyi bildirsin. Yani bu kitâb-ı kâinatın maânîsini anlattırıp, tâ Hàlıkını tanıttırsın. Demek, mevcudâta kendileri için değil, belki Mûcidleri için bakıyor. Hem, umuma hitâb ediyor. İlm-i hikmet ise, mevcudâta mevcudât için bakıyor. Hem, hususan ehl-i fenne hitâb ediyor. Öyle ise, mâdem ki Kur’ân-ı Hakîm mevcudâtı delil yapıyor, bürhan yapıyor; delil zâhirî olmak, nazar-ı umuma çabuk anlaşılmak gerektir. Hem mâdem ki Kur’ân-ı Mürşid, bütün tabakàt-ı beşere hitâb eder; kesretli tabaka ise, tabaka-i avâmdır. Elbette irşâd ister ki, lüzumsuz şeyleri ibhâm ile icmâl etsin ve dakîk şeyleri temsil ile takrîb etsin; ve mugàlâtalara düşürmemek için zâhirî nazarlarında bedihî olan şeyleri, lüzumsuz, belki zararlı bir sûrette tağyir etmemektir. Meselâ, güneşe der: "Döner bir siracdır, bir lâmbadır." (Yasin, 36:38; Nuh, 71:16) Zîrâ, güneşten güneş için, mahiyeti için bahsetmiyor. Belki bir nevi intizamın zenbereği ve nizâmın merkezi olduğundan; intizam ve nizam ise Sâniin âyine-i mârifeti olduğundan bahsediyor.” (Sözler, 2004, s.385)

Burada Bediüzzaman’ın ifade ettiği gibi, “Felsefe, hakikatin yolunu şaşırmış” ve ilimleri de yoldan çıkarıp hakikate hizmet yerine nefsin süflî arzularına hizmete yönlendirmiştir. Yapılması gereken yola getirmek, hak ve hakikatin hizmetine sokmak olacaktır. Bediüzzaman bunu yapmayı amaçlamıştır. Nitekim “Ene”nin mahiyetinin ve görevlerinin anlatıldığı 30. Söz’de Bediüzzaman “Âlem-i insaniyette, zaman-ı Âdem'den şimdiye kadar iki cereyan-ı azîm, iki silsile-i efkâr, her tarafta ve her tabaka-i insaniyede dal budak salmış iki şecere-i azîme hükmünde; biri silsile-i nübüvvet ve diyanet, diğeri silsile-i felsefe ve hikmet, gelmiş gidiyor. Her ne vakit o iki silsile imtizaç ve ittihad etmişse, yani silsile-i felsefe silsile-i diyanete dehalet edip itaat ederek hizmet etmişse, âlem-i insaniyet parlak bir surette bir saadet, bir hayat-ı içtimaiye geçirmiştir. Ne vakit ayrı gitmişlerse, bütün hayır ve nur silsile-i nübüvvet ve diyanet etrafında toplanmış ve şerler ve dalâletler felsefe silsilesinin etrafına cem olmuştur” (Sözler, 877-878) buyurarak aklın ürünü olan felsefe ve hikmetin Kur’ân ile barışıp Kur’âna tabi olduğu zaman insanlığa mükemmel bir saadet devrinin yaşatacağını açıkça ifade etmiş ve devamında izah etmiştir.

Bediüzzaman’ın bu amaç ve hedefini elbette onun talebeleri gerçekleştirmeye çalışacak ve yakın bir zamanda başaracaklardır. (İnşallah!)

Beyazid-i Bistami Hazretleri ve rahipler kıssası ;

Beyazid-i Bistami Hazretleri kırk beş kez haccetmiş ve her gün bir hatme okumuş mübarek kişilerin safında yer alan kadri yüce bir zattır. Bir gün Arafat tepesinde oturuyordu.Nefsi ona şöyle fısıldadı: "Beyazid! Senin benzerin var mıdır? Kırk beş defa haccettin ve binlerce defa hatmetme bahtiyarlığına eriştin". Bu ses onu üzdü, nefsin hala onu kendine doğru sürüklemek istediğini ve enaniyete doğru ittiğini anladı.

Derhal toparlandı ve orada bulunan mahşeri kalabalığa dedi ki: "Kim benim kırk beş defa yapmış olduğum haccı bir ekmeğe satın alır?"
Bir adam: "ben alırım" dedi ve ekmeği uzattı.

Beyazid-i Bistami Hazretleri aldığı ekmeği orada bulunan bir köpeğin önüne attı. Ve sonra işini bitirip yol hazırlığı yaparak Rum diyarına doğru yüzünü çevirdi.
Günlerce yol aldıktan sonra bir rahip ile karşılaştı. Rahip terbiyeli bir adama benziyordu. Hazretin elini tutup evine misafir olarak götürdü. Evinde ona bir oda ayırdı.

Beyazid-i Bistami Hazretleri kendisine ayrılan bu odada ibadete başladı ve kalbini herşeyden çevirip Cenab-ı Hakk'a yöneltti. Rahip her gün onun yiyeceğini, içeceğini sabah-akşam getirir önüne kor, sonra dışarı çıkardı. Bu hal bir ay devam etti. Beyazid nefsine dönerek dedi ki:
-"Ey nefis seni kırmak istiyorum, fakat sen uğursuzluğunla kırılmıyorsun..."

Tam bu sırada rahip içeri girdi ve Beyazid'e:
-"İsmin nedir?" diye sordu.
O'da:
-"Beyazid" diye cevap verdi.

Rahip:
-"Ne güzel adamsın� Keşke Mesih'in (İsa A.S.) kulu olsaydın !" dedi.

Bu söz Beyazid'e ağır geldi ve evi terk etmek isterken rahip ona seslendi:
-"Bizim burada kırk gününü tamamla, öyle git. Çünkü bizim büyük bir bayramımız var, onu görmeni arzu ediyorum. Aynı zamanda değerli bir vaizimiz var, senede bir defa bize hitap eder, birde onu dinlemeni diliyorum."

Beyazid-i Bistami Hazretleri, onun bu teklifini kabul etti ve kırk gün kalmaya razı oldu. Kırkıncı gün olunca rahip içeri girdi ve:
-"Buyrun, ayağa kalkın, bayram günümüz geldi."

Beyazid ayağa kalktı; Fakat rahip ona dedi ki:
-"Sen bu kıyafet ve halde nasıl bin kadar rahibin arasına girebilirsin? Doğrusu biraz endişeliyim.. Bu sebeple üzerindeki elbiseyi çıkar, şu üstlüğü giy, beline şu zinnarı bağla, İncil'i de boynuna as !" dedi

Bu teklif ona çok ağır geldi. Fakat bunda bir hikmet ve esrar, İSLAM'ın da izzet ve şerefi gizlenmiştir, onun dediğini yapayım, diye düşündü. Hemen üzerindeki elbiseyi çıkardı, onun verdiği üstlüğü giydi, beline de zünnar'ı bağladı. İncil'i de boynuna astı ve rahiple birlikte bine yakın rahibin arasına katıldı. Hiç kimse onu yadırgamadı.

Biraz ilerledikten sonra birdenbire kalabalık durdu. Rahiplerin en büyüğü ve saygıdeğeri olan zat geldi, yerine geçti. Herkes onun konuşmasını bekliyor, fakat o susuyordu. Rahipler bunun manasını anlayamadılar ve sordular:
-"Ey büyüğümüz! Neden konuşmuyorsunuz? "

-"Nasıl konuşabilirim ki, aranızda bir Muhammedi var! � " diye cevap verdi. Halk ve rahipler galeyana geldi ve:

-"Onu bize göster, parçalayalım!" Diye bağırdılar.
Baş rahip onlara dedi ki :

-"Hayır, yemin ederim ki söylemem, ancak bir şartla onu size tanıtabilirim. Ona dokunmayacağınıza söz veriniz!"

Bunun üzerine rahipler ve halk Muhammedi olan adama dokunmayacaklarına yemin ettiler. Baş rahip başını kaldırdı ve şöyle seslendi :
-"ALLAH için ey Muhammedi ! Ayağa kalk ve kendini göster."

Beyazid-i Bistami Hazretleri ayağa kalktı. Baş rahip :
-"İşte bu zat, ona dikkatle bakın" dedi. Sonra Beyazid'e sordu:
-"Adın ne ?"
-"Beyazid"
-"Tahsil gördün mü ?"
-"Rabbimin öğrettiği kadar bir şeyler biliyorum."
-"O halde bana şu hususları cevaplandır: ikincisi olmayan biri, üçüncüsü olmayan dördü, altıncısı olmayan beşi, yedincisi olmayan altıyı, sekizincisi olmayan yediyi, dokuzuncusu olmayan sekizi, onuncusu olmayan dokuzu, onbirincisi olmayan onu, onikincisi olmayan onbiri, onüçüncüsü olmayan onikiyi söyle, bunlar nelerdir ? "

Beyazi (k.s.), baş rahibe :
-"Beni iyi dinle, cevap veriyorum: İkincisi olmayan bir, eşi-ortağı,dengi ve benzeri bulunmayan ALLAH'tır C.C., Üçüncüsü olmayan iki, gece ve gündüzdür. Dördüncüsü olmayan üç, üç talaktır (kadını boşamak). Beşincisi olmayan dört, Tevrat, Zebur, İncil, Kur'ân-ı Kerimdir. Altıncısı olmayan beş, beş vakit namazdır. Yedincisi olmayan altı, göklerin ve yerlerin yaratıldığı altı gündür. Sekizincisi olmayan yedi, yedi kat göktür. Dokuzuncusu olmayan sekiz, kıyamet günü Arş'ı taşıyacak olan sekiz melektir. Onuncusu olmayan dokuz, kadının dokuz aylık gebelik müddetidir. On birincisi olmayan on, Hazreti Musa'nın AS Şuayb Peygamber'e AS on yıl çobanlık etmesidir. On ikincisi olmayan on bir Hz Yusuf Peygamberin AS onbir kardeşidir. On üçüncüsü olmayan on iki, on iki aydır."

Rahip tebessüm etti ve :
-"Doğru söyledin. Şimdi de bana, havadan ne yaratıldı, havada ne muhafaza olundu ve kim hava ile helak edildi? Bunlardan haber ver.."

-"İsa Peygamber AS havadan yaratıldı, havada muhafaza edildi. Süleyman AS Peygamberde havada muhafaza edildi. Ad kavmi de hava ile helâk edildi" diye cevap verdi. Rahip ona :

-"Doğru söyledin," dedi ve tekrar sordu:
-"Kim ateşten yaratıldı, kim ateşte korundu ve kim ateşte helâk oldu? "
-"İblis ateşten yaratıldı. İbrahim AS Peygamber ateşte korundu. Ebu Cehil ateş ile helâk oldu" diyerek gereken cevabı verdi.

Rahip tekrar sordu:
-"Taştan kim yaratıldı, taş içinde kim korundu ve taş ile kim helâk oldu?"

-"Salih AS Peygamberin devesi taştan yaratıldı. Ashâb'ı Kehf taş içinde korundu ve Ebrehe'nin filleri taş ile helak edildi" diye cevap verince, rahip :
-"Doğru söyledin" dedi ve tekrar sordu:

-"Alimler, Cennette dört nehir vardır, biri baldan, biri sütten, biri sudan, birisi de şaraptandır. Ayrı olan bu dört nehir aynı kaynaktan akıyormuş diyorlar, bunu açıklar mısın? Dünyada bunun örneği var mıdır? Beyazid :
-"Evet vardır. İnsanın baş kısmından dört nehir akar: Kulak yağı acıdır. Gözyaşı tuzludur. Burun suyu ayrı bir tat taşır.Ağızdan gelen su tatlıdır" diye cevap verince, rahip ona :
-"Doğru söyledin" dedi ve sormaya devam etti
-"Cennet ehli yer içer, fakat abdest bozmaz, su dökmez. Bunun dünyada bir benzeri var mıdır?" Beyazid :
-"Evet vardır, Ana rahmindeki cenin yer içer fakat dışkısı yoktur"
-"Doğru söyledin. Cennette TUBA ağacı vardır. Cennette hiçbir saray, hiçbir köşk yoktur ki bu ağacın bir dalına dokunmasın. Bunun dünyada bir örneği varmıdır?"
-"Evet, güneş sabahleyin doğunca böyle değimlidir? "
-"Doğru söyledin. Şimdi de bana şunları cevaplandır: Bir ağaç vardır, on iki dalı bulunuyor, her dalında otuz yaprak var ve her yaprakta beş çiçek yer almıştır; bunlardan ikisi güneşe, üçü karanlığa bakar, bu ağaç nedir?"
-"Ağaç yılı temsil eder. On iki dalı oniki ayı, her daldaki otuz yaprak otuz günü, her yapraktaki beş çiçek beş vakit namazı temsil eder."

-"Doğru söyledin. Bana şu kimseden haber ver ki; Hacca gitmiş, tavaf yapmış ve o makamlarda bulunmuştur; ama onun ne ruhu var, ne de hac kendisine vacibdir? "
-"Nuh AS Peygamberin gemisidir."

-"Doğru söyledin. Peki gece gelince gündüz, gündüz girince gece nereye gidiyor? "
-"Bu sun'i bir zaman meselesidir. Güneşi doğup batması bunun ölçüsü oluyor. Geri kalanını ALLAH C.C. bilir."

-"Doğru söyledin."

Sorular bitince Beyazid-i Bistami Hazretleri dedi ki :
-"Muhterem rahip! Birçok sorular sordun, cevaplandırmaya çalıştım. Müsaade ederseniz benim de birkaç sorum var. Ama bir tanesiyle yetinerek sormak istiyorum"

-"Tabii, istediğin şeyi sorabilirsin!" Beyazid-i Bistami Hazretleri sordu:

-"Cennetin anahtarı nedir ? Sekiz Cennet kapısının üzerinde yazar?"

Rahip sustu, cevap vermekten çekindi. Diğer rahipler bozuldular ve:
-"Ey büyüğümüz, mağlup mu oluyorsun?" O da:
-"Hayır, mağlup olmak istemiyorum" deyince,
-"Öyle ise neden cevap vermiyorsun?" dediler.
-"Şayet cevap verirsem, benim cevabıma katılır mısınız?" deyince, hepsi birden:
-"İncil hakkı için, sana uyarız" diye söz verdiler. Rahip:
-"Dinleyin, şimdi cevap veriyorum: "Cennetin anahtarı ve kapılarının üzerinde yazılı bulunan ibare, LAİLAHE İLLALLAH MUHAMMEDÜN RASULULLAH' dır" Bunun üzerine diğer rahipler hep bir ağızdan Kelime-i Şehadet getirip Müslüman oldular. Beyazid-i Bistami Hazretleri de onların yanında bir müddet kalıp İSLAMİYETİ öğretti ve bu sır'da böylece çözülmüş oldu.

Bediüzzaman kimdir? Kısaca bir bilgi verir misiniz?

Üstad Bediüzzüman'ın kimliği gerçek manada ancak eserlerinin tamamında kendini gösterir. “Ben imanın cereyanındayım, karşımda imansızlık cereyanı var” diyen bu büyük insan, bütün ömrü boyunca aynı çizgide bir manevi cihat yapmış ve milyonların imanının kurtuluşuna vesile olmuştu. Onun hayatı hakkında bilgi edinmekte en temel kaynak Tarihçe-i Hayat isimli eserdir. Bizzat kendisinin tashihinden geçmiş olan bu eser sorunuza güzel bir cevaptır.

Bununla birlikte Üstadın hayatının bir özetini aşağıda takdim ediyoruz:
Bediüzzaman Said Nursî, 1878'da Bitlis vilayetine bağlı Hizan ilçesi Nurs köyünde dünyaya geldi. Çocukluğunda çevresindeki medreselerde eğitim gördü. Kendisinde görülen harikulade zeka ve hafıza sebebiyle önceleri Molla Said-i Meşhur diye tanındı. Daha sonra "Zamanın Harikası" anlamında "Bediüzzaman" ünvanıyla şöhret buldu.

Talebelik yıllarında temel İslamî ilimlerle ilgili 90 kitabı ezberledi. Her gece bunlardan birini tekrar ediyordu. Bu tekrarlar O'nu, Kur'an ayetlerini derinlemesine anlamasına birer basamak oldu ve her bir Kur'an ayetinin bütün kâinatı ihata ettiğini gördü.

1900'lü yılların başında doğuda Medresetü-z Zehra adında, din ve fen ilimlerinin birlikte okutulduğu bir İslam Üniversitesi kurmak fikriyle hilafet merkezi olan İstanbul'a geldi ve hayatı boyunca bu fikrini gerçekleştirmek için gayret gösterdi. Doğrudan istediği şekilde bir üniversite kuramamakla birlikte memleketin her tarafında şubeleri bulunan yaygın bir medrese sistemi tesis etti.

1. Dünya Savaşı yıllarında doğu cephesinde gönüllü alay komutanı olarak hizmet etti. Savaş esnasında yaralanıp iki buçuk yıl Rusya'da esir kaldı. 1917'deki Bolşevik İhtilali esnasındaki kargaşadan yararlanıp esaretten kurtuldu. Dönüşte, Genelkurmay'ın kontenjanından Osmanlı'nın en üst düzey dinî danışma merkezi olan Darü'l-Hikmeti'l-İslamiye'de görev yaptı. İngilizlerin İstanbul'u işgali yıllarında onların aleyhinde Hutuvat-ı Sitte adıyla bir risale neşretti.

Anadolu'da başlatılan İstiklal mücadelesine destek verdi.
1925 yılında Van'da eğitim faaliyetlerinde bulunurken, o sırada meydana gelen Şeyh Said hareketi sebebiyle, bu harekete karşı çıktığı halde tedbir olarak önce Burdur'a, ardından Isparta ve Barla'ya gönderildi. Burada sekiz yıl kaldı. Risale-i Nur isimli Kur'an tefsirinin çoğu bölümlerini burada yazdı. Eserleri ve fikirleri sebebiyle Eskişehir Mahkemesine sevk edildi.

Sürgüne gönderildiği Kastamonu'da eserlerini yazmaya devam etti. 1943'te Denizli Mahkemesi'ne, 1948'de Afyon Mahkemesi'ne sevk edildi. Mahkemeler beraatla neticelendi.

1950'de çok partili hayata geçildiğinde dini hak ve hürriyetler genişledi. Bediüzzaman, bu dönemde eserlerini matbaalarda bastırdı.
Bediüzzaman Said Nursi, 23 Mart 1960'ta Hakk'ın rahmetine kavuştu.

Felsefe okumak dinen günah mıdır? Filozofların düşünce tarzlarını benimsemenin sakıncası var mıdır? Felsefenin ortaya çıkış sebepleri ne olmuştur?

Felsefeyi tek bir açıdan ele alıp hakkında bir hükme varmak doğru bir yaklaşım olamaz. Felsefe, eşyanın hakikatini araştıran ve insanları da bu hakikata yönelten bir vazife üstlenmesi açısından şüphesiz faydalıdır. Bu noktada hikmet anlamında kullanılmaktadır.

Yukarıdaki bakış açısı, hiç şüphesiz Üstadımızın Emirdağ Lâhikası'nda geçen aşağıdaki tespitlerin bir yansımasından başka bir şey değildir. Bu tespitler zâviyesinden baktığımız taktirde neden felsefenin bazen müsbet ve bazen de menfi bir şekilde algılandığını kavramış oluruz.

"Risale-i Nur'un şiddetli tokat vurduğu ve hücum ettiği felsefe ise mutlak değildir. Belki muzır kısmınadır. Çünkü felsefenin hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye ve ahlak ve kemâlat-ı insâniyeye ve san'atın terakkiyatına hizmet eden felsefe ve hikmet kısmı ise, Kur'ân ile barışıktır. Belki Kur'ân'ın hikmetine hâdimdir, muâraza edemez. Bu kısma Risale-i Nur ilişmiyor.

"İkinci kısım felsefe, dâlalete ve ilhâda ve tabiat bataklığına düşürmeye vesile olduğu gibi, sefahet ve lehviyat ile gaflet ve dâlaleti netice verdiğinden ve sihir gibi harikalarıyla Kur'ân'ın mucizekar hakikatleriyle muâraza ettiği için, Risale-i Nur ekser eczâlarında mizanlarla ve kuvvetli ve bürhanlı muvâzenelerle, felsefenin yoldan çıkmış bu kısmına ilişiyor, tokatlıyor, müstakim, menfâattar felsefeye ilişmiyor."(1)

(1) bk. Emirdağ Lahikası-I, (134. Mektup)

"HALLAC" ismindeki vahdetü'l-vücutçu hakkındaki vakıa'yı anlatır mısınız? O nasıl bir adamdı?

Hallacı Mansur’un esas adı Ebu Abdullah Hüseyin b. Mansur el Beyzavi el Hallac’tır. Hallac-ı Mansur Hicri 244 ( Miladi 858) yılında Beyza yakınlarında bir kasaba olan Tur’da doğdu. 922 de Muktedir’in buyruğu üzerine Bağdat’ta asılarak, uzuvları kesilerek iskence ile öldürüldü.
Mansur, Hallac lakabını baba mesleği olan yorgan yatak yünlerini, pamuklarını temizliyen, tarayan anlamında olan yorgancı ve hallaç mesleğinden dolayı almıştır. Hallac-ı Mansur küçük yaşlarda Kur’anı ezberlemiştir. Hallac-ı Mansur on altı yaşlarında devrin büyük süfi bilgini Sehl b. Adullah et-Tüsteri’den iki yıl kadar ders aldı. Tüsteri’nin ölümü üzerine Basra’ya gitti. Hallac-ı Mansur burada ünlü süfi bilgin Amr b. Osman el Mekki’den iki yıl kadar dersler aldı. Bu sırada hocası olan Amr b. Osman el Mekki’nin karşı çıkmasına rağmen Hallac-ı Mansur ünlü süfi bilginlerinden Ebu Yakup el-Akta’nın kızı Ümmü Hüseyin’le evlendi. Bu evlilikten Süleyman, Ahmet (Hamd), ve Abdüsamed adında üç erkek, bir de bir kız çocuğu oldu. Hallac’ın bu evliliği süfilerin arasında ikilik yaratmıştı.
Süfiler arasındaki bu kavga Hallac-ı Mansur’un Basra’yı terk etmesine sebep olmuştur. Hallac-ı Mansur tam Basra’yı terk etmek üzereyken Süfilerin önderi ve piri olarak anılan Cüneyd el-Bağdadi ile tanıştı. Var olan rahatsızlıkları, dedikoduları, bu nedenle duyduğu üzüntüyü kendisine anlattı. Cüneyd kendisine öğütlerde bulunarak sabırlı ve sükünetli olmasını istedi. Hallac-ı Mansur kendisine isnat edilen iftira ve dedikodulara daha fazla dayanmadığından Basra’dan ayrılarak Mekke’ye gitti. Mansur, Mekke’de nefsini terbiye ile ruhunun miracını gerçekleştirmek üzere Kabe’nin haremine kapanarak çile sürecine girdi.
Hallac-ı Mansur Mekke’de kaldığı süre zarfında Hac veya umre için gelen müslüman gruplarla sıkı ilişkiler içinde oldu. Onlara kendi düşüncelerini aktarıyor ve onları çeşitli konularda aydınlatıyordu. Özellikle de bu müslüman gruplar içinde Horasan ve civarından gelen insanlara daha yakınlık gösteriyor, onlara Kur’an yorumlarını yapıyor ve çeşitli bilgiler vererek onları aydınlatıyordu. Hallac-ı Mansur 271 (miladi 900) yılında Mekke’den tekrar Basra’ya döndü.
Hallac; ruhsal alemde artık amacına ulaşmış, hayata, insana ve dine değişik perspektiflerden bakmaya başlamış ve kendisine yakışır bir biçimde konuşmaya başlamıştır. Hallac’ın bu durumunu sevgisini kazanananları çoğalttığı gibi, Sünni Ulemanın başını çektiği çevrelerin tepkilerini üzerine çekerek düşman cephesini de büyütmüştür. Tasavuf konusundaki yeni düşünceleri, etkili davranışları, konuşmaları nedeniyle gittiği yerde çevresinde büyük bir kalabalığın toplanmasına yol açan Hallac-ı Mansur’u değişik inançta ve mezhepte kimseler savunmuştur. Miladi 908 de baş gösteren Hanbeli ayaklanmasına katılmakla suçlanan Hallac-ı Mansur 913 tarihinde Sus’ta bir kadın saray polislerine “ Hallac denen bir adamın evini biliyorum. O eve her gece gizliden birileri geliyor ve çok sakıncalı şeyler konuşuyorlar” deyip şikayette bulundu. Bunun üzerine Hallac’ın baş düşmanı Ebul Hasan Ali b.Ahmet er-Rasimbi tarafından tutuklandı. Sekiz yıl tutuklu kaldıktan sonra Bağdat’a götürüldü. Maliki kadısı Ebu Ömer Hammadi’nin fetvası ve Abbasi Halifesi Muktedir’in buyruğu üzerine 22 Mart 922 tarihinde Bağdat’ta idam edildi.
Hallac-ı Mansur’u idama götüren nedenler: Hallac-ı Mansur’un düşünceleri “insan-tanrı- evren” konularını içeren, varlık birliğini savunan, bu nedenle de şeriat anlayışına aykırı sayılan bir niteliktir. Hallac’a göre; gerçek olan, var olan, ”Bir”dir. “Çokluk” bir görüştür. “Bir’in değişik biçim ve nitelikte yansımasıdır. Bu “Bir” de Tanrı’dır. Ancak, evren ve insan bu “Bir’in dışında değil, içindedir, onunla özdeştir. Bu nedenle insanın “Enel Hak” demesi doğrudur, gereklidir. İnsan konuşan, dolaşan, düşünen, sevinen, gülen, üzülen, öfkelenen bir Tanrı'dır. Tanrının bütün nitelikleri insanda, insanın bütün özellikleri Tanrı’da, evrende bir birlik, bütünlük içindedir. Ölüm gerçek değildir, bir değişmedir, bir görünüştür. Bundan dolayı kişinin ölümü yaşamında, yaşamı da ölümündedir.
Hallac-ı Mansur bu düşüncesini, çevresinde toplanan büyük bir kalabalığa “Beni öldürün. Beni öldürün, yaşamım ölümümde, ölümüm yaşamımdadır.” Sözleriyle açıklamıştır. Hallac-ı Mansur denince akla “Enel Hak” sözü gelir. Tasavvuf’ta Hallac-ı Mansur bu sözü ile öne çıkmış bu nedenle de Sunni İslam ulemasının şimşeklerini üzerine çekmiş bir hayli düşman edinmiştir. Bu söz ayni zamanda Hallac’ın düşünce dünyasının esasını, kişiliğindeki hakim öğeyi ve tarihteki yerini belirlemektedir. Hallac-ı Mansur ; Enel Hak; “Ben tanrıyım” sözünü şöyle açıklar; “ Halk’ta yer alan Hak unsuru dolayısıyla Hak, halk’la aynıdır.
Bir başka yerde şöyle diyor; “ Ben Hakk’ım, zira ben hiç bir zaman Hakk’la hak olmaktan vaz geçmedim” işte fikir ve düşünceleri genel olarak Müslümanlar arasında fikri ve itikadi fitne olur endişesiyle hallac-ı Mansur cezalandırılmıştır.

Selam ve dua ile...

Hallac-ı Mansur ve Enel'Hak

Arkeolog L.Massignon, Bağdat yakınlarında kazı yaparken gözü, kırık bir testi üzerindeki şu beyit’e takılır.“Allah’a kavuşmak için iki rekat namaz da yeter. Ancak, böyle bir namaz için abdesti, insanın kendi kanı ile almış olması gerekir.” Söz, Hallac-ı Mansur’a aittir. Tarih, Hallac’ın “şehit düşünür” olduğunu haber verirken, Tasavvuf ehli, O’nu “Şehit Veli” olarak bilir.
Konumuz ile ilgili bağlantılı olduğundan kısaca “şehitlik” hakkında bilgi vermekte yarar var. Şehitlik ikiye ayrılır.
1) Hükmi şehitlik
2) Fiilî şehitlik İman ehli olmak şartıyla, yanma, boğulma, kanser, verem v.b. ağır hastalıklar ya da doğum sırasında meydana gelen ölümler, hükmi şehitlik kapsamında yer alır.

Fiili şehitlik ise ikiye ayrılır :

a) Savaşta Allah için bedenini feda etmek suretiyle ölmek,
b) Bir velinin, bedeninin katledilmesiyle vuku bulan ölüm.
Hallac-ı Mansur... “Ene’l Hak” sözü ile gönüllere taht kurmuş, bu yolda bedenini feda etmiş, vücudundan akan damla damla kana rağmen, Allah’a, insanlara, kâinata olan sevgisini dile getirmiş bir Şehit Veli’dir.

Bir’lik ve Vahdet-i Vücud (Tek’lik) felsefesini, bilgi dairesinin dışına taşırıp yaşama yolundaki erlerden biri ve Cüneyd-i Bağdadi’nin talebesi olan Hallac-ı Mansur, 857 yılında Tur kentinde dünyaya geldi. Bir çok öyküde onun hakkında şunlar anlatılmaktadır:
Mansur, bir gün yün atma işinin yapıldığı bir dükkâna gider. Dükkan sahibine kısa bir süre için dışarı çıkmasını söyler. Dükkân sahibi geri dönüp de tüm pamukların atıldığını ve temizlendiğini görünce şaşırır. İnanılmaz miktarda pamuğun çok kısa bir sürede atılmasından sonra, kendisine “Hallac” lâkabı verildiği de rivayet edilir.

Ben (Abdullah Bin Tahir Azdi); bir gün Bağdat pazarında bir yahudiye kızarak ona “köpek” dedim. Tam o esnada Hallac yanımdan geçmekteydi. “ İçindeki köpeğin havlamasına müsaade etme, sustur onu” dedi ve devam etti, “Evladım, insanlar dinlerini kendileri seçmezler, kaldı ki hem Musevilik hem Hıristiyanlık hem de İslam, Hak dinidir. Amaçları aynıdır, araçları farklıdır.”
Hallac’ın kendine özgü kerametleri, halka açtığı harikulade halleri vardır.
Devamlı aleyhinde konuşan bir Basralı, O’ndan ölmek üzere olan kardeşini iyileştirmesini ister. Hallac, “Sen benim aleyhimde konuşmaya devam edersen arzun yerine gelecektir” der. Hallac idrarını hastalara şifa olarak içirmiş, hapiste bulunduğu süre içinde, tüm mahkumların zincirlerini çözerek serbest kalmalarını temin etmiş, kendisinin neden firar etmediğini soranlara “Biz Hakk’ın mahkûmuyuz” diyerek, oldukça anlamlı bir yanıt vermiştir. Demek ki, bir Veli’den kendi nefsi için bir istek ve arzu oluşmamaktadır. Hallac, Ramazan aylarında hiç bozmadan beş günlük oruçlar tutmuştur. Vahdet-Teklik yaşamı içinde hayatını devam ettiren, tamamen çıplak bir şekilde yaşamayı tercih ederek, örtünme gereğini duymayan Hallac’a, Hocası Cüneyd-i Bağdadi; halka ters düşecek kelâmlardan kaçınmasını öğütlemiş, bu yüzden başının bir gün mutlaka belâya gireceğini ima ederek “Bakalım hangi darağacında kanın akacak” demiştir. Hallac-ı Mansur’un yanıtı “Sen o gün sufi elbiseni bırakıp, yerine fakih elbisesi giyeceksin” olmuştur.
Yaşar Nuri Öztürk, Hallac’la ilgili eserinde özetle ; “ ‘Ene’l Hak’ bir ‘Şath’ (bazı meczupların taklit ürünü olan ve zahirde saçma görünen manidar sözleri) sözü, bir sekr (sarhoşluk) ürünü değil tasavvuf anlayışının mihveridir. Bu söz Hallac’ı hem ‘Vahdet-i Şuhud’culardan hem de ‘Vahdet-i Vücud’culardan ayırır. Ene’l Hak Vahdet-i Vücud’un bir ifadesi olamaz, zira Hallac, Uluhiyet babında Tenzih’i hiç bırakmamıştır, o halde Hallac, ‘Vahdet-i Vücud’cu değildir. ” demektedir.
Bizim Hallac’ı değerlendirmemiz ise daha farklıdır, şöyle ki ; tarikattan gaye Tasavvuf’a geçiş, Tasavvuf’tan gaye, Allah’a ermektir. Allah’a erişin ise iki yolu bulunmaktadır:
1) Fena Yolu
2) Vahdet-i Vücud

Fena yolu, Abdulkadir Geylani Hazretlerinden başlayıp, Muhiddin-i Arabi’ye kadar uzanan evliyanın yolunu kapsar. Bu yolda “Allah’ın varlığı dışında varlıkların, kendine ait bir varlığı yoktur” düşüncesi hakimdir. Bu görüş Fena halidir. Yani ‘Yok’u Yok etmek’ düşüncesi ve yaşamı… Hallac-ı Mansur’un görüşü bu şekildedir. Muhiddin-i Arabi’de ise, direkt Hakk’ı müşahede hali vardır. Yok edilecek bir varlık söz konusu değildir. Bu görüşe Vahdet-i Vücud denmektedir. Vahdet-i Vücud’un dahi aşamaları mevcuttur. Hallac’da zuhur eden “Ene’l Hakk” sözü, onun yaşadığı “Aynel Yakiyn” boyutu itibariyle söylenmiştir. Bu sözün “sekr” hali, meczupluk ve “mukallitlik” ile alakası yoktur.
Esasen, batı dünyasındaki bilimsel araştırmaların neticesi de, varlığın bir bütünden ibaret olduğu aşamasına gelmiştir. Bugün “sadece madde var, mana yoktur” görüşü ise iflas etmiştir. Müsbet ilmin tesbitine göre madde, enerjinin yoğunlaşmış halidir ve insanın beş duyusuna göre var olan bir yapıdır. Yani madde düşüncesi, birimlerin algılama kapasitesinden kaynaklanmaktadır ve tamamiyle göreseldir. “Göresel kavram”ların gerçekte bir değeri yoktur. Mutlak evren ise salt enerji, özü itibariyle tek ve Tümel bir Bilinç’tir. Madde diye bilinen şeyin aslının belirlenmesi, evrenin hayal hükmü ile var olduğunu göstermektedir. Yani kâinat diye bildiğimiz şey, tamamen bir varsayım olup, “hayal” den ibarettir. Bu konuda belirli çalışmalarda bulunan ABD’nin Stanford Üniversitesi profesörlerinden Karl Pribram’ın deneylerini dikkatle izleyelim: Pribram hafıza dediğimiz duyunun, beynin bir bölümünde kümeleşmediğini, ayrıca kalınlığı 4-4,5 mm. arasında değişen, yaklaşık 14.000.000.000 (ondört milyar) nöron’dan oluşan, beynin yarı kümelerinin yüzeyinde bulunan ve Beyin Korteks’i olarak isimlendirilen boz madde tabakası dahil olmak üzere, her hücrede BÜTÜN olarak mevcut olduğunu belgeledi. Bu bulgular Hologram tekniği ile birleştirildi.
Hologram konusunda sizlere geçtiğimiz yıllarda yine bu sütunlarda oldukça tafsilatlı bilgiler sunmuştuk. Kısaca tekrar edelim: Hologram, Lazer ışınlarıyla üretilen üç boyutlu görüntülerdir. Böylece, hayalet gibi boşlukta duran üç boyutlu görüntüler, parçalandıklarında her bir parçadan, görüntünün bütünü yeniden oluşturulabilmekte… Bu aşamada Profesör Karl Pribram kendi kendine şu soruları sormuş: “Acaba Evren de bir Hologram mı?... İnsan beyni evreni kendi kendine mi oluşturuyor? Yani bildiğimiz her şey bir rüya, hayalden mi müteşekkil?“
Bu arada yeri gelmişken bir parantez açmak istiyorum. Resulullah Efendimiz “Dünya Mümin’in rüyasıdır” diyerek dünya hayatının da aynen rüya gibi hologramik görüntülerden ibaret olduğuna işaret etmektedir.
Ve Karl Pribram, Insan beyninin her şeyi, biyoelektrik frekanslar şeklinde algıladığını da ispatlamıştır. Yani atom boyutunda dahi renk, koku, güzellik ve çirkinlik gibi kavramlar olmayıp, sadece beynimizde, algılanan frekansların mevcudiyeti söz konusudur… Bu aşamada Pribram kendine şu soruyu soruyor: “Beyin maksimum ve minimum düzeylerdeki frekansların tümünü aynı anda bütün hücrelerde, dolayısıyla tek bir hücrede bulundurabiliyorsa, onları bu noktaya yönelten kim?… Ve Tek bir hücrenin dahi varlığı hayal hükmünde ise, birimlerin varlığından bahsetmek mümkün olabilir mi?”
İşte Hallac tarafından söylenen “ben yokum” düşüncesinin altında yatan gerçek, “ben Hakk’ım” sözü ile müsbet ilmin kesiştiği nokta burasıdır. Yani tek bir varlığın var oluşu Hallac için Aşk, ilahi güçtür. Ona göre Aşk, Kudret sıfatının zuhurudur. Sevdiğin için her şeyini feda etme, benliğinden geçme yukarıda da belirttiğimiz gibi fenâ halidir. Ene’l Hak (ben hakikatım) sözü ise, Kadı Ebu Yusuf’un ‘sen kimsin?’ sorusuna cevap olarak verilmiştir. Bu yanıt “Ben yokum’u” yaşayanın veya zerre’de Küll’ü müşahade edenin söylemesi gereken sözdür. Aslında zerre yoktur Küll vardır. Zerre kelimesi Küll’ü anlatım sadedinde ifade edilmiştir. Ene’l Hak sözü kesinlikle, Hallac’ın özünden gelmiştir. Kadılar, Hallac’ın ağzından dökülen ve kendilerine ters gelen, bu kelâm yüzünden önce kamçılanmasına, sonra bedeninin dilim dilim kesilmesine ve kellesinin bedeninden ayrılarak yakılmasına karar verdiler. Mansur’un ölümüne açlık, kıtlık, fakirlik beldesi olan Bağdat şehri ve halkı silah zoruyla tanık edilmiştir. Ve “Ene’l Hak” dediği için ebedi hayatına kendi kanı ile gusul abdesti alıp gözyaşları ve tekbirlerle uğurlanmıştır, gönül adamı Şehit-Veli HALLAC-I MANSUR..

Cüneyd-i Bağdadi

Evliyânın büyüklerinden. Tasavvuf ehlinin çok tanınmışlarından olup, Seyyid-üt-Tâife denmekle meşhûrdur. Künyesi, Ebü'l-Kâsım'dır. Cüneyd bin Muhammed 822 (H.207)'de Nehâvend'de doğdu. Bağdat'ta büyüdü ve orada yaşadı. 911 (H.298) senesinde vefât etti.

Cüneyd-i Bağdâdî yedi yaşında iken, mektepten gelince babasının ağladığını görüp, sebebini sordu: "Zekât olarak dayın Sırrî-yi Sekâtî'ye birkaç gümüş göndermiştim, almamış. Kıymetli ömrümü, Allah adamlarının, beğenip almadığı gümüşler için geçirmiş olduğuma ağlıyorum." dedi. Cüneyd-i Bağdâdî; "Babacığım, parayı ver ben götüreyim." deyip dayısının evine gitti. Kapıyı çaldı. Dayısı, kim olduğunu sorunca; "Ben Cüneyd'im dayıcığım. Kapıyı aç ve babamın zekâtı olan bu gümüşleri al!" dedi. Dayısı; "Almam!" deyince, Cüneyd-i Bağdâdî; "Adl edip babama emreden ve ihsân edip, seni serbest bırakan Allahü teâlâ için al!" dedi. Dayısı; "Allahü teâlâ babana ne emretti ve bana ne ihsân etti?" dedi. Cüneyd-i Bağdâdî; "Babamı zengin yapıp, zekât vermesini emretmekle adâlet eyledi. Seni de fakir yapıp, zekâtı kabûl etmek ve etmemek arasında serbest bırakmakla ihsân eyledi." dedi. Bu söz Sırrî-yi Sekatî'nin çok hoşuna gidip; "Oğlum! Gümüşleri kabûl etmeden önce seni kabûl ettim." dedi ve kapıyı açıp parayı aldı.

Cüneyd-i Bağdâdî dayısına talebe olduktan bir süre sonra onunla berâber hacca gitti. Mescid-i Harâmda dört yüz kadar büyük zât, şükür hakkında konuşuyorlardı. Her zât şükrü târif ve îzâh ettiler. Netîcede dört yüz ayrı îzâh meydana geldi ise de, hepsi de bu târif ve îzâhları yetersiz buldu. Hazret-i Sırrî-yi Sekatî, orada bulunan Cüneyd-i Bağdâdî'ye; "Mâdem ki buradasın, bu hususta bir de sen bir şeyler söyle." dedi. Cüneyd-i Bağdâdî; "Şükür, Allahü teâlânın ihsân ettiği nîmet ile O'na isyân etmemek, O'na isyân için, ihsân ettiği nîmeti sermâye olarak kullanmamaktır." buyurdu. Orada bulunanların hepsi bu cevâba çok sevinip; "Seni tebrik ederiz. Maksadı en güzel şekilde ifâde ettin. Bu, ancak bu şekilde târif edilebilirdi." dediler. Sırrî-yi Sekatî; "Yavrum, öyle anlıyorum ki senin lisanın doğru ve kuvvetli olacak. Böyle güzel söyleyebilmek hâli sana nereden geliyor?" deyince, Cüneyd-i Bağdâdî; "Sizin sohbetlerinizde bulunmakla efendim." dedi.

Cüneyd-i Bağdâdî hocasına âid olan evin bir odasında kalırdı. Her an Allahü teâlâyı hatırlardı. Seccâdesi üzerinde, sabaha kadar "Allah, Allah" der, aynı abdestle sabah namazını kılardı. Bu hâl senelerce böyle devâm etti.

Bir gece yıkanmak için suya ihtiyâcı oldu. Hava çok soğuk olduğu için; "Sabah olmasını bekleyeyim, su ısıtırım veya hamama gidip yıkanırım" dedi. Sonra düşündü ki: "Ben yıkanmayı tehir için, sabahın olmasını, su ısıtmak, hamama gitmek gibi bir sürü şeyleri istiyorum. Halbuki, Allahü teâlâ bana sâdece bir defâ yıkanmamı emrediyor. Ben de onu tehir için çeşitli bahâneler arıyorum. Benim yaptığım hiç münâsip değil." dedi. Hemen, gecelik elbisesi üzerinde olduğu halde, soğuk su ile gusletti.

Tasavvufu, dayısı Sırrî-yi Sekatî'den öğrendi. Asrının kutbu idi. Binlerce velî yetiştirdi. Otuz defâ yaya olarak hacca gitti. Kerâmetleri, nasîhatları, hikmetli sözleri ve ihlâslı amelleri ile meşhûr oldu. Zâhirî ilimleri, İmâm-ı Şâfiî'nin talebelerinden Ebû Sevr'den öğrendi. Ayrıca Hâris-i Muhâsibî, Muhammed Kassâb ve başka zâtlarla da sohbet etti.

Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri, otuz sene cemâatle namazda ilk tekbiri kaçırmadı. Namazda kalbine dünyâ düşüncesi gelse, o namazı tekrar kılardı. Dâimâ Allahü teâlâyı hatırlardı. Her gün 400 rekat namaz kılardı. Otuz yıl yatsı namazından sonra hiç uyumadan ibâdetle meşgûl oldu.

Hocası Sırrî-yi Sekatî, ona bir meclis kurup, insanlara ilim öğretmesini, nasîhat etmesini söylerdi, fakat o kendini bu işe lâyık bulmayıp, nefsini kötülerdi. Bir Cumâ gecesi Peygamber efendimizi rüyâda gördü. Ona; "Ey Cüneyd! İnsanlara nasîhat et! Zîrâ senin sözün halkın kalplerinin rahatlık ve ferahlık bulmasına sebeptir. Allahü teâlâ senin sözünü, insanların kurtuluşa ermesi için sebep kılmıştır." buyurdu. Uyandı, sabahleyin erkenden hocasının yanına vardı. O hiçbir şey söylemeden; "Peygamber efendimiz tarafından vazîfelendirilmedikçe, insanlara ilim öğretmekten çekindin." dedi. Ertesi gün bir meclis kurup, insanlara Resûlullah'ın yolunu anlatmaya başladı.

Cüneyd-i Bağdâdî'ye; "İhlâsı kimden öğrendiniz?" diye sorduklarında; "Mekke-i mükerremede bulunuyordum. Bir berber gördüm. Ona; "Allah rızâsı için benim saçlarımı düzeltebilir misin?" dedim. Berber; "Elbette." dedi. O sırada, mevki sâhibi birini traş etmekte idi. Hemen traşını bırakıp; "Efendi, kalk. Bir kimse Allah için bir şey istedi mi, bütün işler durur, derhal ona bakılır." dedi. Sonra berber koltuğuna beni oturtup traş etti. Sonra da bana bir mikdâr altın verip; "İhtiyaçların için lâzım olur, onlara harcarsın!" dedi. Ben bu hâle çok hayret edip, elime geçecek ilk parayı kendisine hediye etmeye niyet ettim. Az bir zaman sonra bana Basra'dan bir kese altın gönderdiler. Hemen götürüp o keseyi ona verince sebebini sordu. Ben de niyetimi açıkladım. Bunun üzerine bana; "Sen, Allah rızâsı için beni traş et." dedin. Ben de o niyetle seni traş ettim. Şimdi bunları alırsam, niyetimde bir değişme olmasından korkuyorum." dedi.

Sâlihlerden bir zât rüyâsında Peygamber efendimizi gördü. Cüneyd-i Bağdâdî de yanlarında bulunuyordu. Bu sırada biri gelip, Peygamber efendimize bir suâl sordu. Peygamber efendimiz; "Bunun cevâbını Cüneyd'den iste. O cevap versin." buyurdular. Cüneyd-i Bağdâdî; "Yâ Resûlallah! Sizin mübârek huzûrunuzda ben nasıl konuşabilirim?" deyince, Peygamber efendimiz; "Diğer peygamberler ümmetlerinin tamâmı için ne kadar öğünüyorlarsa, ben de, Cüneyd ile o kadar öğünürüm." buyurdular.

Zengin bir kimse vardı. Cüneyd-i Bağdâdî'nin huzûruna gelip tövbe etti ve talebeliğe kabûlünü istedi. Malını da fakirlere dağıttı. Bin altını kaldı. Cüneyd-i Bağdâdî; "Bu bin altını da Dicle nehrine at." buyurdu. O kimse, Dicle kenarına gidip altınları birer birer nehre attı. Geri döndüğünde Cüneyd-i Bağdâdî kendisine heybetle bakıp; "Niçin hepsini birden atmadın da birer birer sayarak attın? Demek hâlâ, gönlünde onlara muhabbet var." buyurdu ve bir müddet kendisini sohbetlere kabûl etmedi. Sonunda o kimse buna da tövbe edip, nihâyet talebeliğe kabûl edildi.

Büyüklerden bir zât, Cüneyd-i Bağdâdî'nin yanına gelmişti. Şeytanın, onun yanından hızla kaçtığını gördü. O kimse Cüneyd-i Bağdâdî'nin yanına yaklaşınca, yüz hâllerinden, onun çok öfkelenmiş olduğunu anlayıp, sordu: "Ey Cüneyd! Biz biliyoruz ki, insan öfkelenince şeytan ona yaklaşır. Fakat görüyorum ki, bu kadar fazla öfkelenmiş olduğunuz halde, şeytan sizden kaçıyor. Bunun hikmeti nedir?" Cüneyd-i Bağdâdî cevâbında; "Sen bilmez misin ki, biz kendi nefsimiz için kızmayız. Başkaları, nefsleri için kızarlar. Bunun için de şeytan kendilerine musallat olur. Bizim kızmamız, hep Allah için oduğundan, şeytan bizden kızdığımız zaman kaçtığı gibi başka hiç bir zaman kaçmaz." buyurdu.

Cüneyd-i Bağdâdî'yi tanıyan ve sevenlerden Ebû Amr, bir gün bir ihtiyaç için çarşıya gitmişti. Bir cenâze gördü. "Cenâze namazına katılayım." dedi. Yolda giderken bir kadın görüp ona baktı. Bu yaptığının uygun olmadığını hatırlayıp derhal tövbe etti. Eve geldiğinde yüzünün niçin karardığını sordular. Aynaya baktığında hakîkaten yaptığı o uygunsuz iş sebebiyle yüzünün karardığını anladı. Kırk gün, devamlı olarak bu günahına tövbe ve istiğfâr etti. Cüneyd-i Bağdâdî'yi ziyâret etmek hatırına geldi. Bağdat'a gitti. Cüneyd-i Bağdâdî'nin hânesine varıp kapısını çaldığında, içeriden ona; "Gel bakalım ey Ebâ Amr! Sen Ruhbe'de günah işle, biz de Bağdat'ta bu günâha istiğfâr edelim." buyurdu.

Birisi, Cüneyd-i Bağdâdî'ye; "Gözümü yabancı kadınlara bakmaktan nasıl koruyabilirim?" diye sordu. Cüneyd-i Bağdâdî; "Yabancı kadını gördüğün zaman, Allahü teâlânın seni, senin o kadını görmenden daha iyi gördüğünü hatırla." buyurdu.

Mel'ûn şeytan, bir üstâdın hizmetçisi kılığında Cüneyd-i Bağdâdî'nin yanına gelip; "Efendim, size hizmet etmekle şereflenmek, feyiz ve bereketlerinizden istifâde etmek arzusuyla geldim. Lütfen kabûl buyurunuz." dedi. Cüneyd-i Bağdâdî kabûl etti. Şeytan yirmi sene kadar kendisine hizmet etti, ama bir kere olsun vesvese veremedi. Nihâyet ümidini kesip bir gün; "Ey üstâdım! Siz beni tanıyor musunuz?" dedi. Cüneyd-i Bağdâdî; "Ben seni ilk geldiğin gün tanımıştım. Sen iblissin." dedi. Şeytan; "Ey Ebâ Kâsım! Ben senin kadar yüksek makam ve derecelere kavuşmuş olan bir zât daha tanımıyorum." dedi. Cüneyd-i Bağdâdî; "Ey mel'ûn! Hemen defol git. Şimdi de kendimi beğenme, ucub gibi bir duruma düşürmek ve beni mahvetmek arzusundasın değil mi? Bu çirkin maksadına kavuşamayacaksın. Haydi defol!" buyurdu.

Hayr-ün Nessâc bir gün evinde oturuyordu. Kalbine; "Ebü'l-Kâsım Cüneyd-i Bağdâdî kapıdadır. Çıkıp karşılayayım." diye bir düşünce geldi. "Fakat o buraya gelmez. Kalbime gelen düşünce vesvesedir." deyip o düşünceyi kalbinden attı. Biraz sonra aynı düşünce yine geldi. Yine attı. Üçüncü defâ gelince; "Çıkıp bakayım." dedi. Çıktı, Cüneyd-i Bağdâdî kapıda idi. Ona selâm verdi ve; "Ey Hayr! Kalbine ilk geldiği zaman niçin kalkıp kapıyı açmadın?" buyurdu.

Bir gün sohbetinde bulunanlardan biri, kendisini imtihan için yanına geldi ve bir suâl sordu. Cüneyd-i Bağdâdî; "Bu suâle söz ile mi, yoksa mânevî olarak mı cevap verelim?" dedi. O kimse; "İki şekilde de cevap ver." deyince, Cüneyd-i Bağdâdî; "Keşke kendi kendini deneseydin. O zaman beni denemeye lüzum görmezdin. Mânevî cevap istiyorsan, böyle yapmakla artık bizim yolumuzdan ayrıldın. Allahü teâlânın dostlarını tecrübe etmeye, onları yaralamaya senin gücün yetmediğini bilmez misin?" buyurdu. Bunun üzerine hemen o kimsenin yüzü, simsiyah olup, kalbindeki bir parça yakîn de kayboldu. O kimse çok pişman olup yaptığına tövbe etti. Çok istiğfâr etti. Cüneyd-i Bağdâdî yine de o kimseye merhamet edip teveccüh etti. O kimsenin hâli bundan sonra daha düzgün oldu.

Kelâm ehlinden İbn-i Küllâb, bozuk fırkalar hakkında reddiyeler yazıyordu. Bâzı kimseler ona, tasavvuf ehlini de yazmasını söylediler. "Bunların reisleri kimdir?" diye sordu. Cüneyd-i Bağdâdî'dir dediler. İbn-i Küllâb, Cüneyd-i Bağdâdî'ye birisini gönderip görüşlerinin ne olduğunu öğrenmesini söyledi. Cüneyd-i Bağdâdî buna buyurdu ki: "Bizim yolumuz, bâkî olanı, fânî olandan ayırmak, bâkî olan için, faydası olmayan her şeyden uzak durmaktır." Bu cevap, İbn-i Küllâb'a gelince; "Bu nasıl bir şeydir ki, bizim bunu anlamamız dahi imkânsız." deyip, Cüneyd-i Bağdâdî'nin bulunduğu meclise gitti. Ona tevhîd hakkında bir suâl sordu. Cüneyd-i Bağdâdî'nin verdiği cevaptan hayrette kalıp; "Bu cevâbı tekrarlar mısınız?" dedi.Cüneyd-i Bağdâdî daha değişik bir şekilde cevap verdi. İbn-i Küllâb'ın hayreti daha da artıp; "Bu cevâbı da tekrar eder misiniz?" dedi. Cüneyd-i Bağdâdî bu sefer de daha başka bir şekilde cevap verdi. İbn-i Küllâb; "Söylediklerinizi kavrayabilmem, ezberleyebilmem imkânsız. Bâri bunları söyleyin de yazayım." dedi. Hazret-i Cüneyd-i Bağdâdî; "Eğer, bütün bunları söyleyen, ben olsaydım yazdırırdım." buyurdu. Bunun üzerine İbn-i Küllâb, Cüneyd-i Bağdâdî'nin büyüklüğünü kabûl ve ona hayranlığını îtirâf etti.

Ebû Amr isminde bir zât bir sene hacca gidiyordu. Vedâlaşmak için Cüneyd-i Bağdâdî'ye uğradı. İhtiyacı olmadığı hâlde, bereket olarak yanında bulunması için kendilerinden bir dirhem borç istedi. Fakat yanlarında hiç para olmadığını da biliyordu. Buna bir müddet baktılar. Sonra cebinden bir dirhem çıkarıp ona verdiler. Hacca gitti. Döneceği zaman, Medîne-i münevverede; Cüneyd-i Bağdâdî'ye bir yüzük alıp hediye götürmek aklına geldi. Yüzüğü aldı. Bağdat'a döndü. Cüneyd-i Bağdâdî'nin ziyâretine gitti, fakat yüzüğü evde unuttu. "Neyse şimdi yüzükten hiç bahsetmem, sonra ziyâret ettiğimde yüzüğü takdim ederim." dedi. Ziyâret ettiğinde; "Efendim! Hacca giderken sizden ödünç olarak aldığım bir dirhemi iâde etmek istiyorum." dedi. O da; "Biz onu, Medîne-i münevvereden getirip de evde unuttuğunuz yüzük gibi unuttuk, o zaman hediye etmiştik." buyurdu.

Çocuğu kaybolan bir kadın, Cüneyd-i Bağdâdî'ye gelip çocuğunun bulunması için duâ taleb etti. Cüneyd-i Bağdâdî duâ etti. Çocuk bulundu.

Cüneyd-i Bağdâdî bir gece uyandı. Uyumak istiyor, uyuyamıyordu. Oturmak istiyor, oturamıyordu. Bir zaman sonra kapıyı açıp dışarı çıkınca; birinin üzerine bir aba örtüp, büzüldüğünü gördü. Cüneyd-i Bağdâdî'yi görünce başını kaldırdı ve; "Ey efendim! Bu kadar bekletilir mi?" dedi. Cüneyd-i Bağdâdî; "Gece geç vakitte geldiniz." buyurdu. O kimse; "Kalplere hareket veren Allahü teâlâdan, sizin kalbiniz bana teveccüh etsin diye taleb ettim." dedi. Cüneyd-i Bağdâdî; "Ne istiyorsunuz?" diye sordu. O kimse; "Nefsin hastalığına ilaç yok mudur?" deyince, Cüneyd-i Bağdâdî; "Nefsin ilacı, isteklerine muhâlefet etmektir." buyurdu. Bunun üzerine o kimse, kendi kendine; "Ey ahmak nefsim! Bunu ben sana kaç defâ söyledim. Ama sen Cüneyd'den duymayınca inanmadın." dedi.

Bir gün Cüneyd-i Bağdâdî câmide iken bir zât içeri girdi ve iki rekat namaz kıldı; sonra bir kenara çekildi. Biraz sonra, işâret ile Cüneyd-i Bağdâdî'yi yanına çağırdı. Yanına gittiğinde; "Ey Ebü'l-Kâsım! Allahü teâlâya ve dostlara kavuşma vaktim yaklaştı. Vefâtımdan sonra yıkanmam, kefenlenmem ve defnim bittikten sonra senin yanına bir genç gelir, elbisemi, asâmı ve su kabımı ona verirsin. O, Allahü teâlâ katında mânevî derecesi olan birisidir." dedi. O zât vefât edip, gömüldükten sonra Cüneyd-i Bağdâdî'nin yanına bir genç geldi ve; "Emânet nerede ey Ebü'l-Kâsım?" dedi. O da; "Sen bunu nereden biliyorsun? Bize söyle." deyince; "Falanca yerde bulunuyordum. Gizliden bir ses bana; "Kalk! Cüneyd'e git. Ondaki şu şu emâneti al. Sen ebdal denilen evliyâdan birinin yerine tâyin edildin." dedi. Bunun üzerine Cüneyd-i Bağdâdî emânetleri ona verdi. O genç gusül abdesti aldıktan sonra, o elbiseleri giyip, gitti.

Cüneyd-i Bağdâdî bir yolculuğu sırasında Kûfe'ye uğradı ve şehrin ileri gelenlerinden birisinin sarayını gördü. Saray çok güzel ve süslü, kapısında hizmetçiler vardı. Penceresinde birisi şu mânâda şiir söylüyordu: "Ey Saray! Sana hüzün, gam, keder, girmez. Zaman senin sâkinlerine, içindekilere bir şey yapmaz. Sen muhtaçlar için ne güzel bir konaksın." Aradan bir müddet geçtikten sonra Cüneyd-i Bağdâdî oraya tekrar uğradı. Bu sefer o sarayı öncekinden daha başka buldu. Kapısı kararmış, içinde yaşayanlar dağılmış, o güzelim saray perişan virâne bir vaziyetteydi. O manzara lisan-ı hâl ile sanki şunları fısıldıyordu: "Bu sarayın güzellikleri gitti. Yerini gördüğün şu manzara, aldı. Zaman içerisinde hiçbir şey aynı iyi hâl üzere kalmaz. İşte gördüğün şu saray güzel durumunu bu yalnızlık, gariplik hâline, sevincini gam ve kedere bıraktı." Cüneyd-i Bağdâdî sarayın kapısını çaldı. İçeriden gâyet zayıf bir sesle birisi; "Buyurun." deyince; "Bu sarayın o güzelliğine ne oldu? Nerede onun o parlak hâli, nerede onun içerisinde en kıymetli elbiselerle gezinenler, hani o gelip giden ziyâretçileri?" diye sordu. O şahıs ağlayarak; "Efendim! Onlar burada emânetçi olarak kalıyorlardı. Ömürleri bitip, bu dünyâdan âhirete göçtüler. Dünyânın hâli böyledir. Ona gelen gider. Bu dünyâ kendisine iyilik edenlere kötülük eder." dedi. Cüneyd-i Bağdâdî; "Daha önce buraya uğradığımda birisi bu sarayın penceresinde; "Ey saray! Sana hüzün, gam ve keder girmez, diyordu." deyince, o şahıs ağlayıp; "Vallahi şiiri okuyan bendim. Bu sarayın sâkinlerinden benden başka kimse kalmadı. Ah! Dünyâya aldananlara yazık!" dedi. Bunun üzerine Cüneyd-i Bağdâdî; "Bu harâbe, virâne olmuş yerde nasıl kalıyorsun, kalbin nasıl rahat ediyor?" diye sorunca; "O nasıl söz. Burası sevdiklerimin evi değil mi? Bu onların yâdigârı hâtırasıdır." dedikten sonra, şu mânâda bir şiir okudu: "Bana dediler, sen sevdiklerinin bulunduğu yerlerde durmayı seviyorsun, ben dedim, her ne kadar buralarda onlarla buluşamıyorsam da, onların kalbimde yerleri büyüktür. O hâlde onların gezip dolaştıkları yerlere olan sevgisi sebebiyle kalbim bağlı iken, bu virâneyi nasıl terkederim?" Onun bu sözleri Cüneyd-i Bağdâdî'ye çok tesir etti. Sevgisini samîmi bir dille anlatması, virâne olmasına rağmen sevdiklerine bağlılıkta gösterdiği sabır bakımından hoşuna gitti.

Gıybetten çok sakınırdı. Bir gün Şenûziyye mescidinde oturmuş cenâze namazı için cemâat bekliyordu. Bu sırada bir fakir gördü. Hâlinden ibâdet ehli olduğu anlaşılıyordu. Fakat dilenmek ile meşguldü. Kendi kendine; "Bu adamcağız böyle dileneceğine çalışıp nefsini bu hâle düşmekten korusa daha iyi olmaz mı? Üstelik sağlığı da yerinde." diye düşündü. O gece ibâdet yapmak için kalkamadı ve rüyâsında bir tepsi içinde o fakirin eti sunularak; "Ye bunu." dediler. "Ben onun gıybetini yapmadım ki." diyecek oldu. "Senin gibisinin böyle düşünmesi bile hoş değil, derhal git ondan helâllik dile." dediler. Sabah olunca o adamın peşine düştü. Bir yerde bakla yaprağı topladığını gördü. Yanına sokulup selâm verdi. Ona; "Bir daha böyle yapacak mısın?" diye sordu. Cüneyd-i Bağdâdî de; "Hayır." karşılığını verdi. "Allah beni de seni de bağışlasın." diye duâ etti.

Cüneyd-i Bağdâdî bir gün Câfer Huldî'ye bir dirhem verdi ve bir mikdâr incir almasını söyledi. O da alıp geldi ve önüne koydu. Cüneyd-i Bağdâdî ondan bir tâne alıp orucunu açmak için ağzına götürdü. O sırada ağlamaya başladı, inciri ağzından çıkarıp attı. Su ile de ağzını iyice çalkaladı. Câfer Huldî; "Niçin böyle yaptınız?" dediğinde; "Otuz seneden beri hep incir yemek istedim. O zamandan beri de hiç yemedim. Bugün nefsim ağır bastı ve ondan yemek istedim. Ağzıma aldığım zaman gizliden bir ses bana şöyle dedi: "Allah için yemesini bıraktığın şeyi yemeye utanmıyor musun?" Bunun üzerine onu ağzımdan çıkarıp attım. Onu yemeyi sözde durmamak kabûl ettim. Bu da bir hıyânettir. Hâin olan kimse de, Allah katında sevilen biri olamaz." buyurdu.

Cüneyd-i Bağdâdî, tasavvuf yolunda olmasına rağmen ulemâ elbisesi ile dolaşırdı. "Niye sofilerin hırkası gibi hırka giymiyorsun?" diye soranlara; "Hırka ve yamalı elbise giymenin bir işe yarayacağını bilsem, demirden ve ateşten elbise yaptırıp giyerim. Ama kalbime; îtibâr hırkaya değil, yanık kalbedir, şeklinde de bir ilhâm geliyor." karşılığını verdi.

Cüneyd-i Bağdâdî bir gün arkadaşı büyük velî Ebû Bekir Şiblî'yi; "Lâ havle velâ kuvvete illâ billah." derken gördü. Ona; "Bu söz canı sıkılanların kelâmıdır. Can sıkıntısı ise kazâya rızâ göstermemekten kaynaklanır." buyurdu.

Bir kimse, Cüneyd-i Bağdâdî'ye; "Bu zamanda hakîki kardeşlikler azaldı. Nerede o, Allah için yapılan kardeşlikler?" deyince, Cüneyd-i Bağdâdî; "Eğer senin sıkıntılarına katlanacak, ihtiyaçlarını giderecek birini arıyorsan, bu zamanda öyle bir kardeşi, arkadaşı bulamazsın. Ama, kendisine Allah için yardım edeceğin, sıkıntılarına Allah rızâsı için katlanacağın bir kardeşlik istiyorsan böyleleri çoktur." buyurdu.

Bir kimse Cüneyd-i Bağdâdî'den duâ istediğinde şöyle duâ ederdi:

"Allahü teâlâ senin kalbini dağınık etmesin. Seni, kendisinden alıkoyan her şeyden kurtarsın. Kendisine kavuşturan şeylere kavuştursun. Seni mâsivâdan (kendisinden başka şeylerden) kurtarıp, kendisiyle meşgul eylesin. Sana kendisiyle berâber olmaya lâyık bir edep ihsân eylesin. Kalbinden, râzı olmadığı, beğenmediği şeyleri çıkarıp, kendi rızâsını koysun. Seni kendisine ulaştıran yola kavuştursun."

Bir gün; "Derecesi hocasının derecesinden yüksek olan talebe var mıdır? diye Sırrî-yi Sekatî hazretlerine sordular; "Evet vardır. Cüneyd'in derecesi benden yüksektir." buyurdu.

Cüneyd-i Bağdâdî'ye; "Rızkımızı arıyoruz." dediklerinde; "Nerede olduğunu biliyorsanız, orada arayınız?" buyurdu. "Allahü teâlâdan istiyoruz." dediklerinde, "Eğer sizi unutmuş sanıyorsanız, hatırlatınız!" buyurdu. "Tevekkül ediyoruz, bakalım ne gönderecek?" dediklerinde; "İmtihan ederek, deneyerek tevekkül etmek, îmânda şüphe bulunmasını gösterir." buyurdu. "O hâlde ne yapalım?" dediklerinde; "Emrettiği için çalışmalı, rızk için üzülmemeli, tedbirlerin arkasında koşmamalıdır. Rızk için Allahü teâlânın verdiği söze güvenmelidir. Emrine uyarak çalışanı, rızkına ulaştırır." buyurdu.

Cüneyd-i Bağdâdî hastalanmıştı. Vefâtından önce, Ebû Muhammed Cerîrî başucunda idi. Cüneyd-i Bağdâdî, Kur'ân-ı kerîm okuyordu. Hatmi tamamlayıp tekrar başladı. O zaman Ebû Muhammed Cerîrî: "Efendim zâten çok hâlsizsiniz. Kendinizi fazla yormasanız..."dedi. Ona; "Ey Ebû Muhammed! Şu anda bunlara benden daha çok ihtiyâcı olan kim vardır? Bak işte vefâtıma az kaldı." buyurdu.

Cüneyd-i Bağdâdî, vefât edeceği zaman çok üzgündü. Talebeleri korkup; "Efendim! Bizim ümidimiz, sizin şefâatiniz bereketi ile kurtulmaktır. Sizin ise ızdıraplı ve üzüntülü bir hâliniz var. Bu hâliniz bizim yüreğimizi parçalıyor." dediler. Bunlara cevâben; "Ey dostlarım! Ben, yetmiş senelik ibâdet ve tâatımdan ve sizlere üstâd olmak ile kazandıklarımın hepsini, bir kıl ile asılmış olduğunu ve rüzgâr esmesi ile bir tüy misâli sallandığını hissediyorum. Bu esen rüzgârın, red rüzgârı mı, yoksa kabûl yeli mi olduğunu bilmiyorum." buyurdu. Biraz sonra; "Allah!" diyerek rûhunu teslim etti. Vefât ettiğinde 91 yaşındaydı.

Cüneyd-i Bağdâdî'yi yıkayan kimse, mübârek gözlerinin içine su ulaştırabilmek için uğraştı ise de, mümkün olmadı. Gizliden bir ses duydu; "Kendini yorma! Cüneyd'in gözü Allahü teâlânın zikri ile kapanmıştır. O'nun dîdârını görmeden açılmaz." diyordu. Yıkayan kimse, parmaklarını da açmak için çalıştı. Fakat; "Kendisi açmayınca açılmaz." diye bir nidâ geldi. Mübârek vücûdu yıkandı, kefenlendi ve cenâze namazını oğlu kıldırdı. Cenâze namazında bulunanların sayısı sayılamayacak kadar çoktu. Hocası ve dayısı Sırrî-yi Sekatî'nin kabrinin yanına defnedildi.

Vefâtından sonra büyük zâtlardan biri kendisini rüyâda görüp; "Münker ve Nekir'in suâllerine nasıl cevap verdin?" diye sordu. Cüneyd-i Bağdâdî; "O iki melek bana gelip, men Rabbüke (Rabbin kim)? dediler. Ben, Allahü teâlâ benim rûhumu yaratıp, Elestü birabbiküm (Ben sizin Rabbiniz değil miyim)? diye sorduğu zaman, ben, evet, sen bizim Rabbimizsin, cevâbını vermiştim. Sizin, şimdi tekrar sormanızın mânâsı nedir?" dedim. Böyle deyince beni bırakıp gittiler.

Cüneyd-i Bağdâdî'yi rüyâsında gören bir başka zât ona; "Allahü teâlâ sana nasıl muâmele eyledi?" diye sordu. Cüneyd-i Bağdâdî; "İlim, mârifet dolu sözlerimin hiç faydası olmadı. Öğrendiğim kıymetli bilgiler işime yaramadı. Yalnız gece vakti kıldığım namazlar imdâdıma yetişti. Onun için akıllı insan sâlih ameli terk etmemeli, hâllerden, mânâlardan uzak olmamalıdır." buyurdu.

Ebû Câfer el-Haddâd diyor ki: "Eğer akıl, bir insan olsaydı, Cüneyd-i Bağdâdî'nin sûretinde ve şeklinde olurdu."

Cüneyd-i Bağdâdî'den bir kimse bir şey istese onu boş çevirmez, ona faydalı olmaya çalışırdı ve; "Ben, Peygamber efendimizin güzel ahlâkına uymaya çalışıyorum." buyururdu.

Alâüddevle bir gün, Cüneyd-i Bağdâdî'nin vaktiyle çile çekmiş olduğu odaya girdi. Burada, ona fevkalâde bir zevk hâli hâsıl oldu. Sonra, Cüneyd'in mezarına gitti. Orada, önceki zevki bulamadı. Sebebini hocasına sordu. "O zevkler, Cüneyd sebebi ile mi hâsıl oldu?" dedi. "Evet." dedi. "Ömründe birkaç gün kaldığı yerde zevk hâsıl olduğuna göre, senelerce birlikte bulunduğu bedeni yanına gidince, elbette daha çok zevk hâsıl olmak lâzım gelir. Belki, mezarı başında başka şeyleri görerek, ona teveccühün azalmış olabilir." dedi.

Cüneyd-i Bağdâdî'ye; "Hiç ibâdet ve tâat yapmadan karşılıksız olarak Allahü teâlânın lütfuna kavuşmak mümkün müdür?" diye sordular. Cevâbında; "Zâten gelen bütün nîmetler, bütün iyilikler, hep Allahü teâlânın lütfudur. Bu kadar âciz ve zavallı olan insanların yaptıkları ibâdet ve tâatlerin, O'nun lütfu olan nîmetlere karşılık olması mümkün müdür?" buyurdu.

Hazret-i Cüneyd, dükkanına girip kapıyı örter, içerde uzun süre namaz kılardı. Buyururdu ki: "Pazarda öyle kimse tanıyorum ki, her gün üç yüz rekat namaz kılmakta ve otuz bin tesbih okumaktadır." Âlim ve ârifler bunun kendisi olduğunu bildirmişlerdir.

Cüneyd-i Bağdâdî buyurdu ki:

"İnsanları Allahü teâlânın sevgisine kavuşturacak yol, yalnız Muhammed aleyhisselâmın yoludur. Bundan başka olan dinler, inançlar, rüyâlar çıkmaz sokaktır. İnsanı saâdete kavuşturmazlar. Kur'ân-ı kerîmin ahkâmını öğrenmeyen ve hadîs-i şerîflere uymayan kimse câhil ve gâfildir. Buna uymamalıdır."

Cüneyd-i Bağdâdî'ye; "Tevâzu nedir?" diye sordular. Cevâbında; "Şefkat ve merhamet kanatlarını (ana kuşun yavrularını koruyabilmek için üzerlerine germesi gibi) mahlûklar üzerine germen ve herkese karşı yumuşak davranmandır." buyurdu.

"Rabbim beni serbest bıraksa bir dilekte bulunmam. Kulun dilemesi olmaz. O'nun dilediğini yapardım."

"Her kim gördüğünden ibret almazsa, onun görmemezliği görmesinden üstündür."

"İbâdet etmek bakımından dünyânın bir saati, kıyâmetin bin senesinden daha iyidir. Zîrâ bu bir saatte, sâlih faydalı amel işlenebilir. Hâlbuki kıyâmetin o bin senesinde bir şey yapılamaz. O halde, ey mümin kardeşim! Vaktini boş şeylerle geçirme! Zamânının kıymetini bil ve en iyi şeyler için kullan! Namazlarını vaktinde kıl ki, kıyâmet günü pişman olmayasın ve büyük sevâba kavuşasın!"

Kendisine gelip duâ talep edenlere Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri şöyle duâda bulunurdu: "Cenâb-ı Hak, kendisine kavuşturan şeyleri yapmayı nasib etsin! Cenâb-ı Hak zenginliğini kalbine koysun! Seni bütün kötülüklerden alıp, kendisiyle meşgûl kılsın! Sana büyük edep ihsân etsin! Kalbinden râzı olmayacağı şeyi çıkarıp rızâsını koysun. Seni kendine varan en güzel ve doğru yola iletsin."

"İnsanı Allahü teâlâya kavuşturan yol, Peygamber efendimizin izinde bulunanların gittiği yoldur. Bu yola bütün kötü yollar kapalıdır."

"Bir kimse, Allahü teâlâya kavuşmak yolunda, milyonlarca sene sıdk ve ihlâs ile yürüse ve bir an geri dönse, kaybı kazancından fazladır."

"İnsanın, Allahü teâlâya kavuşturan yolda yürümesi, Peygamber efendimize ve O'nun hakîkî vârisi olan büyük âlimlere tam tâbi ve teslim olmakla mümkündür. Şüphe çukuruna ve bid'at karanlığına düşmüş olanlar bu yolda yürüyemezler."

"Allahü teâlânın rızâsına nasıl kavuşulur?" diye sorulunca; "Dünyâya düşkün olmayı terket, kavuşursun. Nefsin hevâsına uyma ulaşırsın." buyurdu.

"Belâ ve musîbet, âriflerin kandili, müridlerin uyanıklığı, gâfillerin de helâkıdır."

"Tasavvuf yollarından yalnız Resûlullah'ın izinde gidenlerin yolu, insanı kemâle ulaştırır. Başka yollar çıkmaz sokağa benzer."

"Kur'ân-ı kerîmin çizdiği sınırları gözetmeyen ve hadîs-i şerîfleri bilmeyen kimse, mürşid, yol gösterici olamaz. Çünkü tasavvuf yolu, Allahü teâlânın kitâbına ve Resûlullah'ın sünnetine bağlıdır. Tasavvuf büyükleri, dîne uyan âlimlerdir. Resûlullah'ın vârisleridir. Sözlerinde, işlerinde ve huylarında hep Resûlullah'a uyarlar. Yâ Rabbî! O büyüklerden feyz almamızı, bereketlenmemizi nasîb eyle. Âmin! Her zaman söylüyorum ve bildiriyorum ki, Resûlullah'a uymakta gevşeklik eden, O'nun sünnet-i seniyyesini terk eden mutasavvıf olamaz. Onu Allah adamı sanmayınız!Onun dünyâdan kaçınır görünmesine, hârikalar göstermesine aldanmayınız! Onun zühd ve tevekkül ve mârifetler anlatan sözlerini kendinden bilmeyiniz!"

"Ey tasavvuf yolunda bulunanlar! Eğer Allahü teâlâyı tanıdığınızı ve O'na tâzimde bulunduğunuzu söylüyorsanız, yalnız bulunduğunuz zaman Allahü teâlâya karşı tavrınıza bakınız. Yiyip içmenizde, yatıp kalkmanızda, konuşmanızda ve bütün işlerinizde vakitlerinizi Allahü teâlânın râzı olduğu ve beğendiği işlere sarfedebilirsiniz. Bunları, niyetlerinizi düzelterek yapabilirsiniz. Çünkü ameller niyetlere göredir. Bu bakımdan yemek yerken, su içerken lezzet almak için değil de, ibâdete kuvvet kazanmak, elde ettiği enerji ile daha iyi ibâdet edebilme niyetiyle yiyip içmelidir. Uykuyu, üzerindeki yorgunluk ve bıkkınlığı giderip, ibâdeti daha zinde ve râhat bir şekilde yapabilmek niyetiyle uyumalıdır. Diğer bütün işleri ve edindiği mesleği helâl kazanmak niyetiyle yapmalıdır. Bütün yapılan bu işler, niyeti düzeltmek sûretiyle ibâdet olur. Bir insan hâlis niyetle yaptığı işler sebebiyle sevâba kavuşur. Bu sebeple kalp nûrlanır. Bu nûr, nefse sirâyet eder. O kimse mânevî kirlerden temizlenir. Beşerî tabîatı, melek tabîatı gibi olur. Artık elinde olmadan tâatları, Allahü teâlânın beğendiği işleri yapar. Elinde olmadan ister istemez kötülüklerden sakınır."

Birisi yanına gelip; "Bana nasîhat et." deyince; "Kim sana Allah yolunu gösterirse, onunla berâber ol ve kim sana dünyâ yolunu gösterirse ondan uzak dur." buyurdu.

"Tasavvuf nedir?" diye soran bir kimseye şöyle cevap verdi: "İnsanların rızâsını bırakıp, Allahü teâlânın rızâsını aramak, kötü huyları terkedip, nefsânî olan işlerden uzaklaşmak, rûhu yükselten vasıflar kazanmaya gayret etmek, hakîkî ilimlere sarılmak, hep en uygun şekilde hareket etmek, herkese nasîhatta bulunmak, Allahü teâlâya verilen ahidde durmak, Muhammed aleyhisselâmın dînine uymaktır."

"Kimde şu dört haslet bulunursa, bu hasletler o kimseyi yüksek derecelere kavuşturur. Hem Allahü teâlânın katında, hem de insanlar yanında kıymeti çok olur. 1. Hilm (yumuşaklık ve sabır) sâhibi olmak, 2. İlim sâhibi olmak, 3. Cömert olmak, 4. Güzel ahlâk sâhibi olmak. Yine dört haslet vardır ki, bu hasletler de sâhibini en aşağı derecelere düşürür. Allahü teâlâ katında ve insanların yanında sevilmeyen birisi olur. 1. Kibir (büyüklenme), 2. Ucb (amellerini beğenmek), 3. Cimrilik, 4. Kötü ahlâk."

Tasavvufun ne olduğu sorulduğunda, şöyle cevap verdi: "Tasavvuf on şeyi içerisine alan bir isimdir. Birincisi, dünyâdan (lâzım olan) az bir mikdârı edinmek. İkincisi, kalbin Allahü teâlâya güvenip dayanması. Üçüncüsü, tâat olan Allahü teâlânın beğendiği şeylere rağbet etmek. Dördüncüsü, yediği içtiği ve kullandığı şeylerin helâlden olmasında titiz davranmak. Beşincisi, kalbin Allahü teâlâ ile meşgûl olması. Altıncısı, gizli olarak Allahü teâlâyı hatırlamak. Yedincisi gerçek ihlâsa sâhib olmak. Sekizincisi, şek ve şüpheden uzak, kat'î bir îmâna sâhib olmak. Dokuzuncusu, tam bir teslimiyetle Allahü teâlâya yönelmek. Onuncusu, ihtiyaçlarını başkasından istemeyip, şikâyette bulunmamak. Kimde bu on haslet bulunursa, tasavvuftan söz etmeye lâyıktır. Yoksa yalancıdır."

"Allahü teâlânın ihsân ettiği nîmetlerin çokluğunu göreceksin. Bir de, O'na karşı yaptığın ibâdet ve tâatlardaki kusurlarını göreceksin. Bu iki görüş arasında meydana gelen hâle hayâ denir."

"Kulluk, her an Allahü teâlâya muhtâc olduğunu bilmek ve O'nun Resûlüne tam tâbi olmaktır."

"Allahü teâlâ her şeyi kıymetli yaratmıştır, ama bir şeyi en kıymetli yaratmıştır. O da vakittir. Vakit zâyi olursa tekrar elde edilmesi mümkün değildir. Bunun için en kıymetli şey vakittir."

"Müslüman temiz toprağa benzer. Temiz toprağa her şey atılır. Ezilip, hakâret görür. Lâkin ondan hep güzel, temiz, faydalı şeyler çıkar."

"Rızâ, belâyı nîmet saymaktır."

"Tasavvuf, kalbi temizlemek ve her an Allahü teâlâ ile olmaktır."

"İhlâs; ameli, Allahü teâlâ için olmayan karışık düşünce ve niyetlerden arındırmaktır."

"Birbirlerine muhabbet ve dostlukları çok kuvvetli olan iki kardeşten birinin, diğerinden az da olsa çekinmesi, mutlaka birinin kusuru sebebiyledir."

"Fakirlik, kimseden bir şey istememek ve kimseye îtirâz etmemektir."

"Bir kimsenin havada bağdaş kurup oturduğunu görseniz, İslâmiyetin emir ve yasaklarına uymaktaki hassâsiyetine bakınız. Eğer bu tam ise ona uyabilirsiniz. Eğer emir ve yasaklara uymakta (çok az da olsa) bir gevşekliği varsa hemen ondan uzaklaşınız, çünkü zararı dokunur."

"Namazda kalbime dünyâ düşüncesi gelse, o namazı tekrar kılardım. İşin esâsı nefse uymamaktır."

"İlim, kendi haddini bilmek; tasavvuf, kalbi temizlemektir."

"Allahü teâlâdan gâfil olmak, ateşte olmaktan beterdir."

"Şükretmek, kendini bu nîmete ehil ve lâyık görmemektir."

"Sabır, yüzü ekşitmeden, acıyı yudum yudum içine sindirmektir."

VAKİT GELDİ

Cüneyd-i Bağdâdî, insanlara ilim öğretmek için bir meclis kurdu. Herkes bu sohbetlere gelip istifâde etmeye başladı. Bir gün hıristiyan fakat hıristiyan olduğuna dâir görünüşte bir alâmeti bulunmayan bir genç, Cüneyd-i Bağdâdî'nin sohbet ettiği meclise gelip, Cüneyd-i Bağdâdî'ye şöyle dedi: "Ey üstâd! Hazret-i Peygamber buyuruyor ki: "Müminin firâsetinden korkunuz. Çünkü o, Allahü teâlânın nûru ile bakar." Bunun mânâsı nedir?" Cüneyd-i Bağdâdî bir müddet sustu. Sonra başını kaldırıp; "Müslüman ol. Müslüman olmak zamânın geldi." buyurdu. Meğer o genç hıristiyan imiş. Hemen zünnârını kesip orada müslüman oldu. İmâm-ı Yâfiî buyuruyor ki: "İnsanlar, bu hâdisede, Cüneyd-i Bağdâdî'nin bir kerâmeti var zanneder. Halbuki, bu hâdisede onun iki kerâmeti vardır. Birisi, o gencin hıristiyan olduğunu bilmesi, diğeri de, gencin, müslüman olma vaktinin geldiğini bilmesidir."

ESAS HASTA BENMİŞİM

Bir zaman Cüneyd-i Bağdâdî'nin gözlerinde ağrı meydana geldi. Tabib çağırdılar, gelen tabib, hıristiyan idi. Muâyene edip; "Gözlerinize su değdirmeyeceksiniz." dedi. Cüneyd-i Bağdâdî; "Su değdirmesem nasıl abdest alırım?" deyince, tabib; "Gözleriniz size lâzım ise su değdirmeyeceksiniz." dedi. Cüneyd-i Bağdâdî abdest alıp namaz kıldı ve namazdan sonra bir mikdâr uyudu. Uyandığında gözlerinde hiç ağrı kalmamıştı. O anda duyduğu ses; "Yâ Cüneyd! Sen bizim için gözlerini fedâ ettiğin için, biz de senden o ağrıyı aldık." diyordu. Bir zaman sonra hıristiyan tabib tekrar geldi. Baktı ki gözleri tamâmen iyi olmuş. Hayret edip; "Nasıl yaptın da iyi oldu?" dedi. Cüneyd-i Bağdâdî olanları anlatınca, Cüneyd-i Bağdâdî'nin elini öpüp îmân etti ve; "Esas ağrıyan göz sizinki değil benim gözlerim imiş. Hakikatleri göremiyen ben imişim" dedi.

ŞEYTANIN PİSLİĞİ

Cüneyd-i Bağdâdî'nin talebelerinden biri şeytanın vesvesesine kapılıp; "Artık ben kemâle geldim. Sohbete devâm etmeme lüzum kalmadı." deyip kendi başına bir yere çekildi. Benlik ve gururundan dolayı şeytânî bir rüyâ gördü. Rüyâsında, bağlık bahçelik içinde güzel nehirler ve çok lezzetli yemekler yediğini gördü. Bu rüyâyı hakîkat zannedip, kibiri daha da arttı ve bu hâlini arkadaşlarına anlattı. Onlar da Cüneyd-i Bağdâdî'ye arzettiklerinde, Cüneyd-i Bağdâdî çok üzüldü ve anlatılan kimsenin yanına gitti. Baktı ki o kimseyi şeytan aldatmış, Ona; "Seni bu gece Cennet'e götürürlerse, Cennet'e vardığında üç defâ Lâ havle oku." buyurdu. Hakîkaten o kimseyi rüyâsında Cennet'e götürdüler. O kimse Cennet'e vardığında üç defâ Lâ havle okudu. Gördüklerini ve kendisinde hâsıl olan şeytânî hâllerin hepsini unuttu. Bir anda kendisinin pislik ve çöplük içerisinde olduğunu gördü.Uyandığında gördüklerini hatırladı ve içine düştüğü hatâyı anladı. Çok pişman olup tövbe etti ve Cüneyd-i Bağdâdî'nin elini öptü. Sohbetlere devâm edip, talebeler arasındaki yerini aldı. Hazret-i Cüneyd-i Bağdâdî buyurdu ki: "Herkese bir mürşid-i kâmil lâzımdır. Aksi halde mel'ûn şeytan gelip kendisine musallat olur ve insan maazallah ona tâbi olur."

KİMSENİN GÖRMEDİĞİ YERDE...

Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinin bir talebesi vardı. Bütün iyilik ve fazîletler onda mevcuttu. Sonradan gelmesine rağmen Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri onu pek ziyâde seviyor, diğer talebeler bu hâli çekemiyorlardı. Talebelerinin bu hâli Cüneyd-i Bağdâdî'ye mâlûm oldu. Talebelerinin eline birer kuş verdi ve; "Her biriniz bu kuşları kimsenin görmediği bir yerde boğazlayıp getirsin." buyurdu. Hepsi de kendilerine verilen kuşları aldılar, varıp ıssız bir mahalde boğazlayıp getirdiler. Yalnız o talebesi boğazlamadan getirdi. Cüneyd-i Bağdâdî; "Niçin boğazlamadın?" buyurdu. "Hocam! Siz; "Kuşları kimsenin görmediği bir yerde boğazlayın." demiştiniz. Ben ise ıssız bir yer bulamadım. Her yeri Allahü teâlâ görüyor." deyince, Cüneyd-i Bağdâdî buyurdu ki: "Arkadaşınızın firâsetini gördünüz mü?" Bunun üzerine; tövbe edip boyunlarını büküp, Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinden affedilmelerini dilediler.

BANA DA BİR ŞEY VAR MI?

Cüneyd-i Bağdâdî ordu ile bir sefere katıldı. Ordu kumandanı ona bâzı şeyler gönderdi. O da istemeyerek alıp, asker ve gâzilerin muhtaçlarına dağıttı. Bir gün öğle namazını kıldıktan sonra oturup; "Niçin o şeyi kabûl ettim?" diye kendi kendini kınıyordu. O sırada uykusu gelip uyudu. Rüyâsında, çok süslü bir takım köşkler gördü. "Bunlar kimin?" diye sordu. "Gâzilere dağıtılan malın sâhiplerinin" denildi. "Onlarla birlikte bana da bir şey var mı?" diye sordu. Ona içlerinde en güzel ve büyük olanı gösterip; "İşte bu senindir." dediler. O; "Bana onlardan üstün tutulmamın ve en iyisinin bana verilmesinin sebebi nedir?" diye sorunca; "Onlar mallarını sevap bekleyerek verdiler. Bu sebeple verilen saraylar, ona göredir. Sen ise, o malı kabûl etmekle yanlış bir iş yapmaktan korkarak, nefsini sîgaya, hesâba çekerek dağıttın. İşte Allahü teâlâ bu hâline, böyle düşünmene kat kat sevap verdi." dediler.

YÂ RABBÎ

Cüneyd-i Bağdâdî her zaman şöyle duâ ederdi: "Allah'ım sana dâimâ ve büyüklüğüne lâyık bir hamdle hamd olsun. Resûlullah efendimize, Ehl-i beytine, Eshâbına, O'nun yardımcılarına hayır duâlar olsun.

Yâ Rabbî! Yerde ve gökte sana itâat edenlere merhamet eyle. Ey kerîm olan Allah'ım! Lütuf ve keremin hürmetine bütün günahlarımızı, hatâ ve kusurlarımızı affeyle. Yaptığımız zulüm ve haksızlıklar sebebiyle olan kul borçlarından bizi kurtar. Kereminle eğriliklerimizi düzelt. Kötülüklerimizi iyiliğe tebdîl eyle.

Ey dilediğini yok ve var eden Allah'ım! Kalan ömrümüzde bizi kötülüklerden koru. Râzı olmadığın, beğenmediğin şeyleri bize çirkin göster, beğendiklerini sevdir. Bizlere râzı olduğun işleri yapmayı nasîb eyle. Vefâtımıza kadar bu hâlimizi dâim eyle. İrâdelerimizi bu hususta kuvvetlendir, niyetlerimizi sağlamlaştır. Bunlar için kalbimizi ıslâh eyle. Uzuvlarımızı bu işlere sevkeyle. Bizi muvaffak kıl ve işlerimizde yardım eyle.

Yâ Rabbî! Bize senden utanmayı, beğendiğin her söze koşmayı ihsân eyle. Seçtiklerine, sevdiklerine nasîb ettiğin, beğendiğin işleri yapma ve seni devamlı anma hâlini, sırf senin için yapılan amellerin en güzelini yapmayı ömrümüzün sonuna kadar devâm etmeyi nasîb eyle. Ölümümüzü iyi eyle. Ölümü bize ikram, ihsân, sana yakınlık ve sevinç eyle; pişmanlık, üzüntü eyleme. Kabirlerimize neşe ve sevinç ile girmek nasîb eyle. Kabirlerimizi Cennet bahçeleri ve rahmetinin indiği yerler eyle. Orada bizi korkudan emin eyle. Dirilteceğin güne kadar bizi emin ve kalpleri huzurlu olanlardan eyle.

Ey mahlûkâtı, geleceğinden şüphe olmayan günde toplayacak olan Allah'ım! Bizim o günden aslâ şüphemiz yoktur. O günün korkularından emin kıl ve sıkıntılarından kurtar. O günün büyük sıkıntısını bizden kaldır. Bizi Muhammed aleyhisselâmın yanında bulunanların arasına kat.

Allah'ım! Hesâbımızı kolay eyle. Lütfunla kereminle muâmele eyle. Bize amel defterimizi sağ tarafımızdan ver. Sıratı çabuk geçen ve gıbta edilenlerden eyle. Tartı gününde sevâbımızı ağır kıl. Cehennem'in sesini bize işittirme. Cehennem'den ve Cehennem'e yaklaştıracak işlerden ve sözlerden kurtar. Lütuf ve kereminle bizi Cennet'te kendilerine ihsânda bulunduğun peygamber, sıddıklar, şehîdler ve sâlihler ile berâber eyle. Onlarla arkadaş olmak ne güzel.

Yâ Rabbî! Orada bizi, babalarımız, annelerimiz, yakınlarımız ve çoluk çocuğumuzla en güzel bir hâlde berâber bulundur. Dünyâda iken bizimle ülfetleri, yakınlıkları olanları da bize kat. Onları umduklarına kavuştur. Dilediklerinden fazlasını ver. Dünyâdan îmânla ayrılan bütün mümin erkek ve kadınlara rahmetinle muâmele eyle. Onlardan hayatta olanların günahlarını affeyle, tövbelerini kabûl eyle. Zulüm ve haksızlığa uğrayanlara yardım et. Hastalarına şifâ ver. Bize ve onlara nasûh tövbe etmek nasîb et. Çünkü sen, çok ihsân sâhibisin ve her şeye kâdirsin.

Yâ Rabbî! Senin yolunda cihâd edenlere yardım eyle. Hem idâreciyi hem de idâre edileni ıslâh eyle. Müslümanların işlerini üzerine alanlara, müslümanlara karşı şefkat ve merhamet nasîb et.

Yâ Rabbî! Sözlerimi birleştir. Bizden fitneyi gider. Belâlardan kurtar. Bize müslümanlar arasında ihtilaf gösterme. Bizleri sana yaklaştıran şeylerde birleştir.

Yâ Rabbî! Bizi aziz kıl, zelîl kılma. Bizi, senin rızâna götüren dünyâ ve âhiret işlerinde birleştir. Bu ancak senin yardımınla olur.

Yâ Rabbî! Bize, senden korkmayı, sana tâzim ve hürmeti, sevdiklerine lütfettiğin mârifet ve nîmetlerini bize ihsân ve bunları devamlı eyle.

Yâ Rabbî! Bedenlerimize, bütün kardeşlerimize, bizden sonra gelecek çoluk çocuğumuza, yakınlarımıza, sıhhat ve âfiyet ihsân eyle. Bu âfiyeti diğer bütün mümin erkek ve kadınlara da ver."