26 Ağustos 2010 Perşembe
Pi Kıssası
Belki çok oldu pi sayısını unutalı belki de henüz tanıştınız. Korkmayın, zor bir matematik dersi beklemiyor sizi. Bir dairenin alanını hesaplamak istiyorsunuz diyelim, dairenin genişliği hakkında ilk gözünüze çarpan veriden yola çıkarsınız. Çapı büyük bir daire, çapı küçük bir daireden daha geniştir. Şu halde, etrafını pergelinizin bir ayağını dilediğinizce açarak sabit ayağı etrafında dolandırmakla çizdiğiniz dairenin alanını hesap etmek için mutlaka çap uzunluğuyla orantılı bir formülünüzün olması gerekir. Çünkü çizdiğiniz dairenin büyüklüğünü pergel ayağını ne kadar açtığınızla, yani daireye ne kadar çap tayin ettiğinizle belirliyorsunuz. İş bu kadar basit ve matematikçiler de öyle yapmışlar, bir dairenin alanını ?r² diye formüle etmişler. Bu formülde "r" yarıçapın uzunluğunu temsil ediyor, yarıçap uzunluğu kendisiyle çarpıldığında ise yarıçapın karesi, yani r² hesaplanıyor. r² dört kenarı düz ve dört köşeli bir karenin alanını ortaya koyuyor. Oysa burada hesaplamak istediğimiz, köşesi olmayan ve kenarının hiçbir noktası düz olmayan bir dairenin alanıdır. Burada sorun, dört köşeli bir karenin alanını köşesiz ve eğri kenarlı bir dairenin alanına uyarlamaktır. Bir diğer deyişle, yarıçaptan yola çıkılarak hesap edilen her daire alanı, bir daire alanını bir kare alanına eşitleme çabasıdır. Siz bir daireyi hem hiçbir yeri dışarıda kalmayacak hem de hiçbir yerde boşluk bırakmayacak şekilde bir karenin içine yerleştirebilir misiniz? İşte pi sayısı bu sorunu çözmeye yarar. Matematikçiler, bir kare alanı daire alan üzerine birebir örtüştürmek için pi sayısını icat etmişler. Ancak, bugüne kadar, büyüklükleri ne olursa olsun, hiçbir daire hiçbir karenin alanına birebir denk gelmemiştir. Kare içinde az da olsa bir boşluk ya da dışında az da olsa fazlalık olagelmiştir. Hatırlarsanız, sadece üç basamağıyla ezberlettiler bize pi sayısını: 3.14 Bu demektir ki, bir dairenin içinde o dairenin yarıçapının kenarlarıyla oluşturabileceğiniz karelerden 3 tanesini sığdırabilirsiniz ama arada o karenin onda birinden az büyük, yani karenin yüzde 14'ü kadar bir boşluk daha kalır. Bu boşluğu kapattığınızda daire kabaca "karelenmiş", yani kare cinsinden alanlara taksim edilmiş olur. Böylece bilmemiz istenir ki, bir daire içinde kenarları yarıçapa eşit 3.14 tane kare vardır. Biz böyle öğrendik, çocuklarımıza da hâlâ böyle öğretiliyor. Ama iş burada bitmiyor. Bir dairenin içinde 3.14 tane kare bulunabileceği hesabı hâlâ daha kaba bir hesaptır. Yarıçapın karesini 3.14'le çarptığımızda da, az da olsa kareyi daireden taşırıyor ya da dairede boşluk bırakıyor olabiliriz. Diyelim ki, çok sıkı bir mühendislik işi yapıyorsunuz, bir dairenin alanını olabildiğince kesin olarak hesaplamanız gerekiyor, daire alanını 3.14 diye bildiğiniz pi sayısı üzerinden hesapladığınızda hesap dışı bıraktığınız boşluk çok önem kazanıyor, işte o zaman 3'ün ardından gelen basamakları daha da çoğaltmanız, daha da inceltmeniz, daha da kesin bir pi'ye ulaşmanız gerekir. Nasıl, 3.14 olan pi sayısını kabaca 3'e yuvarladığınızda yanılgı payınız artıyorsa, aslında 3.14159 diye de yazabileceğiniz pi sayısının 3.14'e yuvarlanmış halini almış olmanız da yanılgı payınızı artırıyordur. Bununla birlikte, 3.14159 sayısı da kareyi daire ile birebir örtüştürmeye yetmez; yine içeride ya da dışarıda boşluklar kalır. Şimdi sıkı durun, bugüne kadar çok özel bilgisayarların marifetiyle de yapılan hesaplamalarla, pi sayısının noktadan sonraki 51 milyarıncı basamağına kadar gelindi. Ancak, 51 milyar basamaklı pi sayısı da kareyi daireye oturtmaya yetmiyor; çok yakınlarda hesaplanması muhtemel 97 milyar basamaklısına göre hayli kaba kalıyor, hesap hatalarına yol açıyor. (Bana inanmakta zorlanıyorsanız, ya www.joyofpi.com adresine gidin ya da TÜBİTAK yayınlarından çıkan Pi Coşkusu adlı kitabı okumayı deneyin-kitapta pi sayısı bir milyonuncu basamağa kadar yazılmış!) Pi sayısı kare ile daire arasındaki uyuşmazlığın sembolü olarak gün geçtikçe uzuyor, detaylanıyor, keskinleşiyor, inceliyor ama bir türlü kesinleştiği noktaya ulaşmıyor. Pi sayısı 3'den küçük değil, 4'ten de büyük değil; ama ikisinin arasında bir ileri bir geri salınıp durmaktadır, sürekli titreşmektedir. Şu halde, 3'ün ardındaki basamaklar ne kadar çoğalırsa çoğalsın, bir daireyi kare cinsinden kesin olarak hesaplamak mümkün olmuyor; her zaman bir hata payına razı olmanız gerekiyor. Eğri kenarlı ve köşesiz bir alanı, köşeli ve düz kenarlı bir alana eşitlemek mümkün değil. Bir dairenin alanını gözünüzle sınırlı ve kesin kenarlı bir boşluk olarak gördüğünüz halde, aynı alanı sayıya dökmeye sıra gelince sürekli kekeliyorsunuz, tereddütte kalıyorsunuz, bir türlü kesin miktarı veremiyorsunuz. Çünkü pi sayısı, 51 milyarıncı basamağa kadar hesaplandığı halde hâlâ kesin değil ve kesinleşecek değil. Üstelik 3'ü takip eden sayılar arasında bir düzen ve kalıp da izlenmiyor. Pi, birbirleriyle ilişkisiz, her basamakta sürpriz bir rakamın gelişiyle, tahmin edilmez bir düzenle salındıkça salınıyor asla sakinleşmiyor; inceldikçe inceliyor inceldiği yerden kopmuyor. Gelelim, pi kıssasından hissemize düşene. Biz, ilişkilerimizi her daim önceden belirlemeye, tahmin edilebilir oranlarda tutmaya çalışıyor değil miyiz? Kim kurallarını hiç bilmediği, güzergâhını tam olarak belirleyemediği bir yola çıkacak kadar maceraperesttir? Eşimizle dostumuzla etkileşimlerimizi düzgün kenarlı, köşeli ve kolayca tanımlanabilir kalıplara dökebilseydik ne hoş olurdu değil mi? Olmuyor, olmuyor, olmuyor. Gün geçtikçe yeni bir sürpriz çıkıyor karşınıza. "Şimdi anladım!" dediğiniz şeyin, sizi yeni bir bilinmeyenin eşiğine getirdiğini görüyorsunuz. İlişkinizin durulacağını, tereddütlerinizin noktalanacağını sanmayın. Pi sayısı kadar titrek, pi sayısı kadar tereddütlü, pi sayısı kadar kaotik bir etkileşim içindesiniz. Ruhunuzun dairesini şu fani dünyanın kenarlarıyla örtüştüremezsiniz. Aşkınızın kıvrımlarını şu hayatın dar köşelerine sığdıramazsınız. Her noktasından eğrilen/eğrilebilir olan, köşesiz, düzgün kenarlardan yoksun, cetvele gelmeyen, ölçüye vurulmayan, tartılamaz, ille de köşeli ve düz kenarlı kalıplara dökmeye niyetliyseniz, 51 milyarıncı basamağa kadar yolunuz var. Kalplerimiz hep tereddüt içinde kıpırdamakta, duygularımız hep kararsızlık girdabında savrulmakta. İffet timsali olduğu halde, " az kalsın kalbi kayacaktı" diye tarif edilen Yusuf'un (as) söylediği gibi, "nefsim[iz] hep kötülüğü ister, Rabbim[iz] merhamet ederse başka." Hep tereddütteyiz, karar kılmaya çok uzağız; Rabbimiz tereddütlerimizi ve kararsızlıklarımızı sadakate ve muhabbete "yuvarlarsa" başka!
En tehlikeli yazar kim?
Farkında mısınız; sizin yazdırdığınız ve sadece size özel kitabınız her gün yeni bir boyut kazanıyor.
Hacmi kimi zaman olumlu, bazen de olumsuz anlamda genişliyor. Hakkınızda şahitlik edecek bu kitabın en tehlikeli "yazdırıcısı"nın kim olduğunu biliyor musunuz?
Eski Türk filmlerinden biliriz: Fabrikatör işadamımız makam odasında eli çenesinde bir o yana bir bu yana dolaşıp durmakta, bir yandan da ya bir mektup ya da önemli resmi bir evrakı "kâtibe"sine yazdırmaktadır. Ve bu sırada sık sık "Yaz kızım!" sözlerini duyarız. Biraz zaman geçtikten sonra da, "Bir oku bakalım, ne yazmışız?" sözleri duyulur. O beyin "yazdırdıklarını" kontrol ve düzeltme şansı her zaman var. Beğenmediyse düzelttirebilir, olmadı tamamen sil baştan deyip yeniden yazdırabilir. Peki, bizim böyle bir şansımız var mı? Farkında mıyız belli değil; ancak biz de her gün birilerine bir şeyler yazdırıyoruz. Hem de öyle bir yazdırış ki, hiç ara vermek yok. Yataktan kalktığımız andan başlıyor, gece olup da bir daha yastığa baş koyduğumuz âna kadar devam ediyor. Epey stresli bir o kadar da tehlikeli bir yazarlık aslında bu; ama biz maalesef çoğu kez bu tehlikenin pek de farkında olamıyoruz. Ne söylesek, ne yapsak yazılıyor, aslında biz yazdırıyoruz.
Tabii ki Kiramen Kâtibîn meleklerinden bahsediyoruz. Hani çocukluk çağlarında bu melekleri ilk öğrenenlerin ayna yanından geçerken âni bakışlarla görmeye çalıştığı "omuzbaşı yazıcıları"ndan. Onlar İnfitar Sûresi'nde "Değerli Yazıcılar/Kirâmen Kâtibîn" olarak geçer. (Muhakkak üzerinizde bekçiler, değerli yazıcılar vardır. Onlar, yapmakta olduklarınızı bilirler" 10-12)
Ardından atalarımıza "söz gümüşse sükût altındır" dedirten Kaf Sûresi'ndeki şu ayetler gelir: 'İki melek (insanın) sağında ve solunda oturarak yaptıklarını yazmaktadırlar. İnsan hiçbir söz söylemez ki, yanında gözetleyen, yazmaya hazır bir melek bulunmasın.' (Kâf: 17-18)
Hadislerden anlaşıldığı üzere, kul günah işlediğinde, soldaki melek bunu derhal kaydetmek ister. Sağdaki melek müdahale ederek ona, biraz daha beklemesini, belki tevbe edip pişman olacağını, belki bir sevap işleyip günahını örteceğini söyler. Nitekim böyle olabileceğini anlatan hadisler de vardır. Efendimiz şöyle buyurmaktadır: 'Nerede olursan ol, Allah'tan kork! Kötülüğe daima iyilik ekle ki onu silsin. Ve insanlar arasında iyi ahlakla yaşa.' (Tirmizi, Birr 55)
Melekler her şeyi yazıp çizip, tespit etmektedirler. İşin kötüsü bu "günah-sevap günlüğü", bu her şeyi ince ince yazan defter bir gün önümüze açılacak ve hesaba bundan çekileceğiz: "Her insanın amel kuşunu (defterini) boynuna yaftaladık. Kıyamet günü onun için, açılmış olarak bulacağı bir kitap çıkarırız. Kitabını oku, bugün nefsin sana hesapçı olarak yeter! (deriz)" (İsra, 17/13-14)
Evet, Rabb'imiz, "Oku kitabını!" diyor. Çünkü o kitabı biz yazdırıyoruz. Hakkımızdaki hükmü biz verdiriyoruz. Herkes zerre kadar hayır da şer de işlese karşılığını ahirette görecektir (Zilzal, 99/7-9). Kitabını "sağından" alan sevinecek, "sol"undan alan ise bir yandan "keşke toprak olsaydım" (Nebe Sûresi: 40) diğer yandan "keşke kitabım verilmeseydi" diyecek (Hâkka, 69/19-20).
Yaptığımız her şey, bir büyük Zât'a (cc) arz ediliyor. Öyle ise, yürürken, konuşurken, susarken, yerken, içerken, alışveriş yaparken, çalışırken-çalıştırırken dikkat etmek gerekiyor!
Gözümüze, kulağımıza sahip olmalı, dudaklarımızdan dökülen her bir sözün ya "zakkum" ya da bir "tûba" ağacının çekirdeği olarak sonsuz iklimlere gönderildiğini bilmemiz gerekiyor.
"İlahi güvenlik kamerası" her şeyimizi hem de omuz başımızdan kaydediyor. Gaflet gözümüze perde olmamalı. Önümüze konduğunda, "Bunu ben mi yazdırmıştım?" dememek için şahsi kitabımıza iyi editörlük yapmalıyız.
Yazar: Mustafa Aydın
Hacmi kimi zaman olumlu, bazen de olumsuz anlamda genişliyor. Hakkınızda şahitlik edecek bu kitabın en tehlikeli "yazdırıcısı"nın kim olduğunu biliyor musunuz?
Eski Türk filmlerinden biliriz: Fabrikatör işadamımız makam odasında eli çenesinde bir o yana bir bu yana dolaşıp durmakta, bir yandan da ya bir mektup ya da önemli resmi bir evrakı "kâtibe"sine yazdırmaktadır. Ve bu sırada sık sık "Yaz kızım!" sözlerini duyarız. Biraz zaman geçtikten sonra da, "Bir oku bakalım, ne yazmışız?" sözleri duyulur. O beyin "yazdırdıklarını" kontrol ve düzeltme şansı her zaman var. Beğenmediyse düzelttirebilir, olmadı tamamen sil baştan deyip yeniden yazdırabilir. Peki, bizim böyle bir şansımız var mı? Farkında mıyız belli değil; ancak biz de her gün birilerine bir şeyler yazdırıyoruz. Hem de öyle bir yazdırış ki, hiç ara vermek yok. Yataktan kalktığımız andan başlıyor, gece olup da bir daha yastığa baş koyduğumuz âna kadar devam ediyor. Epey stresli bir o kadar da tehlikeli bir yazarlık aslında bu; ama biz maalesef çoğu kez bu tehlikenin pek de farkında olamıyoruz. Ne söylesek, ne yapsak yazılıyor, aslında biz yazdırıyoruz.
Tabii ki Kiramen Kâtibîn meleklerinden bahsediyoruz. Hani çocukluk çağlarında bu melekleri ilk öğrenenlerin ayna yanından geçerken âni bakışlarla görmeye çalıştığı "omuzbaşı yazıcıları"ndan. Onlar İnfitar Sûresi'nde "Değerli Yazıcılar/Kirâmen Kâtibîn" olarak geçer. (Muhakkak üzerinizde bekçiler, değerli yazıcılar vardır. Onlar, yapmakta olduklarınızı bilirler" 10-12)
Ardından atalarımıza "söz gümüşse sükût altındır" dedirten Kaf Sûresi'ndeki şu ayetler gelir: 'İki melek (insanın) sağında ve solunda oturarak yaptıklarını yazmaktadırlar. İnsan hiçbir söz söylemez ki, yanında gözetleyen, yazmaya hazır bir melek bulunmasın.' (Kâf: 17-18)
Hadislerden anlaşıldığı üzere, kul günah işlediğinde, soldaki melek bunu derhal kaydetmek ister. Sağdaki melek müdahale ederek ona, biraz daha beklemesini, belki tevbe edip pişman olacağını, belki bir sevap işleyip günahını örteceğini söyler. Nitekim böyle olabileceğini anlatan hadisler de vardır. Efendimiz şöyle buyurmaktadır: 'Nerede olursan ol, Allah'tan kork! Kötülüğe daima iyilik ekle ki onu silsin. Ve insanlar arasında iyi ahlakla yaşa.' (Tirmizi, Birr 55)
Melekler her şeyi yazıp çizip, tespit etmektedirler. İşin kötüsü bu "günah-sevap günlüğü", bu her şeyi ince ince yazan defter bir gün önümüze açılacak ve hesaba bundan çekileceğiz: "Her insanın amel kuşunu (defterini) boynuna yaftaladık. Kıyamet günü onun için, açılmış olarak bulacağı bir kitap çıkarırız. Kitabını oku, bugün nefsin sana hesapçı olarak yeter! (deriz)" (İsra, 17/13-14)
Evet, Rabb'imiz, "Oku kitabını!" diyor. Çünkü o kitabı biz yazdırıyoruz. Hakkımızdaki hükmü biz verdiriyoruz. Herkes zerre kadar hayır da şer de işlese karşılığını ahirette görecektir (Zilzal, 99/7-9). Kitabını "sağından" alan sevinecek, "sol"undan alan ise bir yandan "keşke toprak olsaydım" (Nebe Sûresi: 40) diğer yandan "keşke kitabım verilmeseydi" diyecek (Hâkka, 69/19-20).
Yaptığımız her şey, bir büyük Zât'a (cc) arz ediliyor. Öyle ise, yürürken, konuşurken, susarken, yerken, içerken, alışveriş yaparken, çalışırken-çalıştırırken dikkat etmek gerekiyor!
Gözümüze, kulağımıza sahip olmalı, dudaklarımızdan dökülen her bir sözün ya "zakkum" ya da bir "tûba" ağacının çekirdeği olarak sonsuz iklimlere gönderildiğini bilmemiz gerekiyor.
"İlahi güvenlik kamerası" her şeyimizi hem de omuz başımızdan kaydediyor. Gaflet gözümüze perde olmamalı. Önümüze konduğunda, "Bunu ben mi yazdırmıştım?" dememek için şahsi kitabımıza iyi editörlük yapmalıyız.
Yazar: Mustafa Aydın
Biz Hayal miyiz?
Dünyamız hayal mi?
Gördüklerimiz hayal mi?
Okuduklarımız hayal mi?
Dostlarımız, düşmanlarımız birer hayal mi?
Yiyip içtiklerimiz, gezip gördüklerimiz birer kuruntu mu?
Şimdiye kadar bildiğimiz ve inandığımız şeyler temelinden yanlış mıydı?
MADDENİN hayalden ibaret olduğu yolunda, tarih boyunca Doğuda ve Batıda pek çok defalar tartışma konusu teşkil etmiş bulunan bir eski iddia, son birkaç senedir bizim toplumumuzda yine gündeme getirilmiş bulunuyor. Bu defa, iddia, bilimsel bir buluş, ispatlanmış bir gerçek, bir tevhid delili ve bir inanç esası olarak sunuluyor ve bu kimliğiyle, girdiği zihinlerde pek çok soruya yol açıyor:
Biz bir hayal miyiz? Dünyamız hayal mi? Gördüklerimiz hayal mi? Okuduklarımız hayal mi? Dostlarımız, düşmanlarımız birer hayal mi? Yiyip içtiklerimiz, gezip gördüklerimiz birer kuruntu mu? Şimdiye kadar bildiğimiz ve inandığımız şeyler temelinden yanlış mıydı?
Daha yüzlercesi, daha binlercesi—ve bütün bunların yanı sıra, bir de can alıcı soru:
Herkes ve herşey bir hayal ise, hakikat olan ne?
Ayrıca belirtmeye belki hiç gerek yok; ama, eğer herşey bir hayalden ibaretse, bu konuyu tartışmak da bir hayalin ötesine geçemeyecek demektir. Ancak biz bu görüşü peşin peşin benimsemiş olmadığımız için, hayal peşine düşme endişesine kapılmaksızın, konunun hakikî ve ciddî bir biçimde tartışılması gerektiğini düşünüyoruz.
Böyle bir tartışma, bütün ayrıntılarıyla ve tarihsel seyriyle birlikte ele alınacak olursa, elbette ki bir kaç sayfaya sığmaz. Ancak konunun temel noktalarını aydınlığa kavuşturmak ve “Bu iddialarda bir gerçeklik payı var mı, yok mu?” şeklindeki bir soruya net bir cevap ortaya çıkarmak için, bu sütunların o kadar da dar gelmeyeceği düşüncesindeyiz.
FELSEFE Mİ, TASAVVUF MU, KELÂM MI?
İçinde yaşadığımız dünyanın gerçek bir varlığa sahip olmadığı yolundaki düşünce, insanlık tarihinin yabancısı değildir. Bu konudaki tartışmalar, bir tarafta Batının, diğer tarafta Doğunun eski din ve felsefelerine kadar uzanır. Tarih boyunca da çeşitli inanç ve felsefe mensupları, eşyanın gerçek bir varlık olmadığı yolunda görüşler ileri sürmüşlerdir. İslâm kültürü içinde ise, bu iddiaların, İslâmın ortaya çıkışından asırlarca sonra, “vahdet-i vücud” ve “vahdet-i şuhud” kavramlarıyla birlikte, tasavvuf akımları içinde ciddî biçimde taraftar bulduğunu görüyoruz. Felsefe ve tasavvufun yanı sıra, kelâmcılar arasında da bu konu, akaidle ilişkisi yüzünden, uzun uzun tartışılmıştır. Böylece, varlıkların hayal ve vehimden ibaret olduğu yolundaki görüşlerin felsefe, tasavvuf ve kelâm (veya akaid yahut usulüddin) olmak üzere üç ayrı alanla ilgisinin bulunduğunu söyleyebiliyoruz. Ancak, her üç açıdan yaklaşım da, diğerlerinden kesin biçimde ayrılan bakış açısı, yöntem ve sonuçları ortaya çıkardığından, bugün tartışılmakta olan hayal modelini incelemeden önce, onun ait olduğu yeri belirlememiz gerekecektir.
Bu konu, gündemimize bir akaid meselesi olarak getirilmiştir; kamuoyunda yol açtığı sorunlar da inançla ilgili tereddüt ve tartışmaları içermektedir. Onun için, söz konusu modelin felsefî dayanakları bulunsa bile, pratikte bizi çok fazla ilgilendirmeyeceği ortadadır. Bu durumda, geriye kelâm ile tasavvuf alanları kalmaktadır. Ancak, tartışılan şeyin bu ikisi arasında nereye oturduğunu kesin sınırlarla belirlemek, göründüğü kadar kolay bir iş değildir.
Bir açıdan bakıldığında, konunun bir tevhid ispat aracı olarak gündeme getirildiğini görüyoruz ki, bu durumda yerini de kelâm ilmi olarak belirlemek gerekiyor. Diğer yandan, iddiaların kaynağına ve ispat biçimine baktığımızda, kelâmın kaynaklarının terk edildiğini görüyoruz. Konunun tasavvufla ilişkisini incelediğimizde ise, bu defa tasavvufun yöntemlerini göremiyoruz. Ve sonunda, kendimizi, felsefe-tasavvuf-kelâm karışımı bir model karşısında buluyoruz.
HAYAL MODELİ VE TASAVVUF
Önce, maddenin bir hayalden ibaret olduğu yolundaki görüşün, İslâm kültüründe, tasavvufa dayandığını dikkate almamız gerekir. Zaten iddia sahipleri de bu konuda delil olarak iki İslâm mutasavvıfını, Muhyiddin b. Arabî ile İmam Rabbânî’yi göstermektedirler. Ancak bu iddianın bir doğru, bir de yanlış tarafı vardır. Muhyiddin b. Arabî’nin, Allah’tan başka bir varlık kabul etmeyen “vahdet-i vücud” görüşüne sahip olduğu doğrudur; İmam Rabbânî ise, yaratılmışların da haricî bir varlık sahibi olduğunu net bir şekilde ifade etmektedir. İmam Rabbânî’nin tevhidi, vücuda değil, şuhuda dayanan bir tevhiddir ki, vahdet-i şuhud adıyla anılır. Bunu, İmam Rabbânî şu şekilde açıklamaktadır:
“Meselâ bir kimse güneşin varlığına ilmî bir yakınlık peyda etse, bu yakınlık diğer yıldızların o anda yok kabul edilmesini gerektirmez. Fakat güneşi temâşâ eden bir insan, yıldızları göremez. Çünkü o anda, onda, güneşi görme isteğinin dışında bir arzu yoktur. Buna rağmen, bu insan mutlaka bilir ki, yıldızlar yok değildir; güneşin parlak ışığından dolayı görünmezler. … Güneş doğduktan sonra yıldızları yok bilmek başka, o anda görmemek başkadır.”(1)
İmam Rabbânî’nin, Muhyiddin b. Arabî’yi birçok mektubunda bu açıdan tenkit ettiği de bilinmektedir. Meselâ, Mektubat’ının ikinci cildinin birinci mektubunda, “Şeyh Muhyiddin ve izinden gidenlerle aranızdaki fark nedir?” şeklindeki bir soruyu Rabbânî şöyle cevaplandırıyor:
“Bu ikisi arasında ne büyük fark vardır! … Onlar gölge varlığın ancak vehim ve hayalde var olduğunu ileri sürüp mücerred teklikten başka hariçte bir mevcudun varlığını kabul etmezken, bu fakir, bu gölgeye ait varlığın hariçte varlığını sabit görüyor. … Eğer bu büyükler, hariçte gölge varlığın, hariçteki asıl varlığın gölgesi olduğunu bilselerdi, hariçte âlemin var olduğunu inkâr etmez, bunu yalnızca vehim ve hayalde var saymazlardı.”(2)
Bu durumda, âlemin bir hayal ve vehimden ibaret olduğu yönündeki görüş, iddia edildiği gibi İmam Rabbânî ile Muhyiddin b. Arabî’nin ortak görüşü değil, bunlardan sadece Muhyiddin b. Arabî’ye ait olan ve diğer İslâm âlimleri gibi İmam Rabbânî tarafından da ciddî şekilde tenkide uğramış bir görüş olarak kalmaktadır.
Bununla birlikte, kim tarafından savunulursa savunulsun, vahdet-i vücud modelinin bir tasavvufî görüş olduğunu dikkatten uzak tutmamak gerekir ki, bu durum, birtakım hususları sağlıklı bir incelemenin vazgeçilmez şartları hâline getirmektedir.
Birincisi: Bu model, İslâm tasavvufunun bir ürünüdür ve Doğunun veya Batının diğer din ve felsefeleriyle bir ilişkisi yoktur.
İkincisi: Tasavvuf, kendi özellikleriyle, kendi yöntem ve ıstılahlarıyla, başlı başına bir kültürdür ve bu kültürün terimlerini ve olgularını, kendi şartları içinde değerlendirmek icap eder. Seyr, sülûk, zıll, gölge, hayal, vehim, esmâ, sıfât, şe’n, fenâ, keşif, zevk, müşahede, cezbe, tecelliyat, mülk, melekût, misal gibi yüzlerce tasavvufî kavram vardır ki, bir tasavvuf ehlinin hayalden, gölgeden, vehimden, tevhidden söz ettiği zaman neyi kast ettiğini kavrayabilmek için, herşeyden önce, bu kavramlara âşinâ olmak ve onları kendi muhtevâları içinde yerli yerine oturtmak gerekir.
Üçüncüsü: Tasavvufî görüşler teorik bilgileri değil, yaşanan bir hâli yansıtırlar. İster vahdet-i vücud olsun, isterse vahdet-i şuhud, bunlar, manevî âlemlerde bir seyir izleyen yolcunun, nice mertebeler kat ettikten sonra erişeceği bir menzili ifade etmektedirler. Öyle bir mevkide bulunanlar, baktıkları yere kâinatın gerisinden değil, kâinatı kendi arkalarına almış olarak bakmaktadırlar; dolayısıyla, şu veya bu seviyede dünya ile herhangi bir bağı bulunan kimselerin böyle bir konuda onları anlamaya veya anlatmaya çalışmaları yahut felsefe ekollerinde bu görüşlerin benzerlerini araştırmaları kadar beyhude bir çaba düşünmek mümkün değildir.
Dördüncüsü: Yukarıdaki maddeden de çıkarılabileceği gibi, tasavvuftan alınan bir görüşün ispatı da, açıklanması da tasavvufun kendi yöntemleri içinde cereyan etmelidir. Bu yöntemler ise, seyir, keşif, zevk, şuhud yöntemleridir. Bu ise, kelâmın, tefsirin, hadisin yahut fıkhın yöntemlerinden çok farklıdır. O yüzden, “Madde hayaldir” şeklinde bir iddia ortaya atıldığı ve bu iddianın kaynağı olarak tasavvuf gösterildiği zaman, bu iddia sahiplerinin, böyle bir deneyimi yaşamış, keşif ve gözlemini gerçekleştirmiş olarak ortaya çıkmış olması ve iddialarının ispat ve açıklamasını da aynı kaynağın tabiatına uygun yöntemlerle yapması beklenmelidir. Yoksa Muhyiddin b. Arabî’nin yahut İmam Rabbânî’nin yaşamış olduğu olağanüstü deneyimler üzerinde bizim yirmi birinci yüzyılın dünyasında oturduğumuz yerden ahkâm kesmemiz ve bunları yorumlamaya kalkmamız bir değer taşımayacaktır.
Bugün maddenin hayaliyetiyle ilgili iddiaları savunanlara gelince:
Bunlar, iddialarının İslâm literatüründeki delili olarak tasavvuf kaynaklarını göstermektedirler. Ancak kendilerinin aynı yolu izledikleri ve seyr ü sülûk, keşif ve müşahede yoluyla bu gözlemleri paylaşmış olduklarına dair bir iddiaları yoktur. Hattâ, yapılan nakillerin de ortaya koyduğu gibi, bu kaynakların ve içerdikleri terimlerin doğru bir şekilde anlaşılmış olduğuna dair ciddî bir belirti de yoktur. Bu kaynaklara, daha ziyade, “İslâmî bir dayanak” bulabilme kaygısıyla başvurulduğu anlaşılmaktadır. Daha net bir şekilde ifade etmek gerekirse, iddialar hem nitelik, hem de yöntem itibarıyla, felsefî bir görünüm arz etmekte ve tasavvufla herhangi bir ilişki ortaya çıkarmamaktadır. Bununla birlikte, akaid alanına girdiği ve—görüş sahiplerinin iddiasına göre—tevhid hakikatinin bir ispat aracı olarak kullanıldığı için, konu ister istemez kelâm disiplininin sahasına taşmakta ve bir de meseleye bu yönden bakmamızı gerekli kılmaktadır.
KELÂM AÇISINDAN
Kelâm ilmi açısından incelendiğinde ise, konuya, bu disiplinin kapsamı, yöntemleri ve kaynakları açısından yaklaşmamız gerekecektir. Önce kelâm ilminin kapsadığı konulara bakalım.
Kelâm ilmi, (1) Allah’ın zâtını ve sıfatlarını, (2) peygamberliğe ait meseleleri, (3) ilk yaratılış ve diriliş itibarıyla mahlûkatın hallerini kapsayan “usul-ü selâse,” yani, üç aslı İslâm kanunu üzere inceleyen bir disiplin olarak tanımlanır.(3) Kâinatın yaratılışını ve mahiyetini ilgilendiren bir model, en azından, usul-ü selâsenin üçüncüsünü ilgilendirdiği için, kelâm ilminin alanında incelenebilir. Ancak, tanımdaki “İslâm kanunu üzere” kaydı bu konuda önemli bir şart olarak durmakta ve meseleyi İslâmî bir çizgide ele alıp almama hususunda bizi ihtiyata davet etmektedir.
İkinci olarak, kelâm ilminde ispat amacı söz konusudur. Zira, İmam Gazalî’nin ifade ettiği gibi, kelâm ilminin gayesi, “Ehl-i Sünnet akidesini, bid’at ehlinin sebebiyet vereceği zihin karışıklıklarından korumaktır.” Maddenin hayalden ibaret olduğunu öne sürenler, bu iddialarıyla, maddeye tapanların sığınaklarını yok ettiklerini savunmakta ve böylece tevhid inancını ispatlamaya çalıştıklarını öne sürmektedirler. İşte bu yönüyle, konunun kelâm disiplini içinde incelenebileceğini söyleyebiliriz; ancak, burada da Gazalî’nin dikkat çektiği husus ciddî bir soru ortaya çıkarmaktadır: Bu modelin, gerçekten zihinleri karışıklıklardan koruma olasılığı mı daha yüksektir, yoksa sükûn ve selâmet içindeki zihinleri karıştırma potansiyeli mi?
Kelâm ilminin üçüncü özelliği ve şartı ise, Kitap ve Sünnete dayanmasıdır. Bu ilim, ancak Kitap ve Sünnete uyması hâlinde şer’î ilimlerden sayılmaktadır.(4) İşte burada, maddenin hayaliyeti iddiası en büyük açığını vermektedir. Çünkü, ne Kitapta, ne de Sünnette, remiz veya ima ile dahi olsa, böyle bir modeli destekleyecek bir ifade bulmak mümkün değildir. Tam tersine, biraz ileride de değinileceği gibi, Kur’ân’ın muhkem âyetleri, hiçbir hayal ihtimaline açık kapı bırakmayacak netlikte, böyle bir modelin karşı delilleriyle doludur.
Böylelikle, maddenin hayaliyetine dair son zamanlarda İslâm inancı hesabına ileri sürülen model, ne tasavvuf, ne de kelâm ekolleri içinde kendisine bir yer edinememiş bulunuyor. Bu model her ne kadar kendisine tasavvuftan referans almaya çalışsa da, onun yolunu ve yöntemini izleyerek bu noktaya varamıyor; kelâmın yöntemlerini izlemeye kalksa da onun dayandığı yere dayanmıyor. Bu durumda, modelin sığınacağı tek yer olarak felsefe kalıyor ki, bunu da biz tartışma alanımızın dışında tutuyor ve “Gerisini sofistlerle felsefeciler düşünsün” diyerek, konuyu asıl incelenmesi gereken açıdan ele almak ve “Maddenin hayaliyeti iddiası, İslâm akidesine uygun düşer mi?” sorusuna cevap aramak istiyoruz.
AKAİDİN KAYNAKLARI VE HAYAL MODELİ
Bu konuda ilk ve son olarak söylenecek ve altı kalın bir çizgiyle çizilmesi gereken bir söz varsa, o da şudur:
İslâm akaidini, sadece ve sadece Kur’ân ve Sünnet belirler. Kur’ân’ın ve Sünnetin dışında, İslâm akaidinin hiçbir kaynağı yoktur.
Bu iki kaynak içinde de, akaid konusunda asıl belirleyici olan, Kur’ân’dır; Kur’ân’ın ise muhkem âyetleridir, yani, anlamı açık, net ve kesin olan âyetlerdir. İlk anda çeşitli şekillerde yorumlanmaya elverişli gibi görünen müteşabih âyetler ise, Kur’ân’ın deyimiyle “kitabın anası olan” muhkem âyetlerin ışığında açıklanır. Önceliği müteşabih âyetlere vererek muhkem âyetlere dayanmaksızın onları yorumlamaya çalışmak ise, Kur’ân tarafından, “kalplerinde sapıklığa meyil olanların fitne arayışı” olarak nitelendirilmiştir. (5)
Hadislere gelince, onların akaid konusundaki rolü, genellikle, Kur’ân’ın net ve sağlam temellere oturttuğu inanç esaslarını ayrıntılandırmaktan ibarettir. Bunu da, mütevatir veya meşhur olarak nitelenen ve çok sayıda râvi tarafından rivayet edilen hadisler yapar. Âhâd haberler adı verilen ve sadece bir iki râvinin rivayet ettiği hadislere ise, râvileri ne kadar güvenilir olsalar da, akaid konusunda belirleyici olarak itibar edilmez.(6)
Akaid belirleyici olarak Kur’ân ve Sünnetten başka bir kaynak düşünülemeyeceğine göre, Sahabeden başlamak üzere bugüne kadar gelen ve gelecek olan İslâm âlimlerine bu konuda düşecek olan şey, belirlenmiş olan akidelerin açıklanması, ispatı, şüphe ve tereddütlere karşı korunması gibi işler olacaktır. Onun dışında, akaid esaslarına taallûk eden ve daha önce Kur’ân ve Sünnette açıkça belirtilmemiş bir hususta, ne kadar büyük ve tartışılmaz bir kişiliğe sahip olursa olsun, hiçbir İslâm âliminin görüşü, kendi başına bir belirleyici unsur olarak ileri sürülemez ve yorumlanamaz.
KUR’ÂN NE DİYOR?
Bu tespitin ışığında, ilk olarak yapılması gereken şey, maddenin hayaliyeti ile ilgili iddiaları Kur’ân’a arz etmek olacaktır. Bu konuda Kur’ân’dan açık bir cevap almak hiç de zor olmaz; çünkü Kur’ân, yüzlerce âyetinde yaratılıştan, yaratıştan, yaratılmış olanlardan ve onların geçmiş ve gelecek hallerinden söz etmekte, açık ve anlaşılır tasvirlerde bulunmaktadır. Kur’ân’ın hangi sayfasını açsanız, içinde yaşadığımız âlemden birşeyleri somut olarak bir veya birkaç âyette bulursunuz. Bütün bu tasvirleri bir araya getirdiğiniz zaman, kendinizi dünyadan âhirete, zerreden yıldızlara, görünen âlemden görünmeyen âlemlere kadar herşeyiyle son derece canlı ve gerçek bir dünyanın içinde bulursunuz. Pek çok âyette ise, şuna benzer ifadelerle, bütün bunların hak ve hakikat olduğu ayrıca vurgulanmıştır:
“Görmedin mi: Gökleri ve yeri, Allah hak olarak yarattı.”7
“Güneşi bir ışık, Ayı bir nur yapan ve yıllarınızı sayıp hesabınızı bilesiniz diye ona menziller takdir eden de Odur. Allah bütün bunları başka birşeyle değil, ancak hak ile yarattı.”8
“Biz göğü, yeri ve ikisi arasındakileri oyun oynamak için yaratmadık. Eğer bir oyun edinmek isteseydik, onu kendi katımızdan edinirdik!”9
“Biz gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri oyun oynamak için yaratmadık. Bütün bunları Biz ancak hak ile yarattık; lâkin çokları bunu bilmez.”10
“Onlar ki ayaktayken, otururken yahut yatarken, her hallerinde Allah’ı anarlar ve göklerin ve yerin yaratılışını tefekkür ederler: Rabbimiz, Sen bunu boşuna yaratmadın. Münezzehsin, bizi ateş azâbından koru.”11
Bütün bu muhkem âyetlerde, hak sözünün tekrar tekrar teyid edilerek geçmesi, bu sözcüğün anlamına uygun düşmeyen her türlü anlayış ve yorum için kapıyı ebediyen kapatmış bulunmaktadır. Hak kelimesiyle dünyada hiçbir zaman bağdaşmayacak iki kavram düşünmek gerekirse, bunlar herhalde vehim ve hayal olmalıdır. Tefsir ilimlerinin temel usullerinden birisi, Kur’ân âyetlerinden herhangi biri üzerinde yapılan yorumların, “âyetin zahir mânâsına ters düşmemesini” gerektirir. Eğer yapılan yorum akaid konusunda ise, âyetin zahirine ters düşmemek de yetmez; öne sürülen yoruma, Kur’ân’ın başka âyetlerinden ayrıca şahit de getirmek gerekir.(12) Çünkü, Kur’ân, İslâm akaidinin temellerini hiçbir tereddüt ve kuruntuya meydan bırakmayacak bir açıklıkla tespit etmiştir. Eğer âyetlerin bir yerinde, âlemin hayalden ibaret olduğu görüşüne imkân verecek bir ifade varsa, bu mutlaka daha başka birçok âyetle de desteklenmiş olmalıdır. Oysa gerçek bunun tamamen tersi yöndedir: Yaratılmış olanların gerçek bir varlığa sahip olduğu üzerinde bu kadar vurgu yapıldıktan başka, daha yüzlerce âyette, pek çok varlığın adı sayılarak onların yaratılışına dikkat çekilmekte, bunların hikmetleri anlatılmakta ve insanın hizmetine sunulmuş oldukları bildirilmektedir. Daha da ötesi, bir kısım hakikatlere dikkat çekerken, Kur’ân, söz konusu varlıklardan bazılarına yemin ederek sözlerine başlamaktadır. Bu durumda insan sormaz mı:
Acaba Allah, hayal ve kuruntuları mı “hak ile yarattığından” söz ediyor?
Veya hayal ürünü gökler ile hayal ürünü yerdeki hayalleri mi Allah bize “göklerin ve yerin âyetleri” diye takdim ediyor?
Veya “Sizin hizmetinize sundum” dediği hayallerle mi bizi avutuyor?
Yahut “Gökteki ve yerdekiler Onu tesbih eder” derken, Allah, kendisine sunulan hamd ve tesbihlerin de birer vehimden olduğunu mu söylemek istiyor?
Yoksa Allah, hakikî bir varlığı olmayan hayaller üzerine mi yemin ediyor da Ulûhiyetinin izzet ve celâlini—hâşâ—bir vehim oyuncağı yapıyor?
BİR GARİP HAYALPERESTLİK
Maddenin hayaliyetiyle ilgili iddiaların en ilginç yönlerinden birisi, bu iddiaların bir tevhid delili olarak sunulmak istenmesidir. Madde diye birşey olmadığı anlaşılınca maddenin bir gücü de kalmayacak, böylece bütün kudret ve kuvvetin Allah’a ait olduğu kabul edilecektir! İyimser bir görüşle, bu bir çözüm olarak telâkki edilebilirdi. Nihayet, arabalar olmazsa trafik sorunu, okullar kapanırsa eğitim sorunu olmaz. Aynı mantığı izleyerek, maddenin olmadığı yerde, maddenin yaratıcılığından da söz etme imkânının kalmayacağı öngörülebilir. Keşke iş bu kadarla kalsaydı! Ama herşeyin bir vehim olarak algılandığı bir hayalî âlemde, olmayan şeyin yaratıcıya ihtiyacını kim nasıl ispat edecek? Veya bu yaratıcı, vehmî bir yaratıcı yahut vehimlerin yaratıcısı olmaktan öteye gidebilecek mi?
Şu tasvirlere bir göz atalım:
“Çay içerek yakın bir dostu ile sohbet eden bir insan, sıcak çay bardağından eli yanınca hemen bardağı elinden bırakır. Ancak burada da söz konusu kişi, bardağın sıcaklığını gerçekte elinde değil beyninde hisseder. Aynı insan çayın tadını ve kokusunu da beyninde algılar, görüntüsünü ise beyninde seyreder. Fakat insan, zevkle içtiği çayın aslında beyninde bir algı olduğunu hiç fark etmeksizin, bardağı kendi dışında ve maddesel bir gerçek zannederek yine görüntüsü beyninde oluşan arkadaşı ile sohbet eder. … Bugüne kadar hiçbir insan nanenin aslının tadına bakmamıştır. Nane olarak algıladığı tat, beyninde oluşan bir algıdır sadece. Çünkü nanenin aslına ne dokunabilir, ne onun aslını görebilir, ne aslının kokusunu veya tadını alabilir.(13) Sonuç olarak, biz hayatımız boyunca bize gösterilen kopya algılarla yaşarız. Ancak bu kopyalar o kadar gerçekçidir ki, hiçbir zaman kopyalarını yaşadığımızı fark etmeyiz. Örneğin, şu anda başınızı kaldırın ve bulunduğunuz odada gözünüzü gezdirin. Kendinizi içinde mobilyalar bulunan bir odanın içinde gibi görüyorsunuz. Oturduğunuz koltuğun kollarına dokunduğunuzda, sanki gerçekten bu kolların asıllarına dokunuyormuş gibi sertliğini hissediyorsunuz. … Algıladığımız herşeyin beynimizde meydana geldiği bilimsel olarak kanıtlanmış bir gerçek olmasına rağmen, insanların çoğu, beynimizin dışında bu görüntülerin asılları olduğunu zan ve iddia ederler. Bu, hiçbir zaman ispatlayamayacakları bir iddiadır. Ayrıca, maddeyi dışarıda var zannetseler bile, daha önce de belirtildiği gibi beynimizin dışında ne ses, ne ışık, ne de renkler bulunmaktadır. Işık, dışarıda enerji dalgaları veya enerji paketçikleri şeklinde bulunur ve ancak retinaya çarptığında bildiğimiz ışık kavramı ile karşılaşırız. Benzer şekilde dışarıda ses de yoktur.
Kuruntu bir kere kurulmaya başladıktan sonra nerede duracağını kimse kestiremiyor. “Bardak gerçek değil; beyindeki görüntüden ibaret.” Peki, beyin? O da gerçek değil. “Tadı, kokuyu, sesi, ışığı, gerçek olmayan beyin algılar.” Ya tad, koku, ses, ışık? Onlar da gerçek değil. Özetle, vehim diyen dilimizin, hayal gören beynimizin kendisi de dahil olmak üzere, hiçbir şey yok âlemde. Hattâ âlem de yok; hattâ “şey” de yok. Var denecek ne varsa, hepsi bir hayalden, bir kuruntudan ibaret. Muvahhid sofistlerimiz bize böyle bir kâinat modeli tasvir ediyorlar.
Eğer “Bundan ne çıkar?” diyorsanız, bu kafayla akaid sorunlarını çözmeyi ve bu dini yaşamayı bir deneyin isterseniz:
Vehimden ibaret bir dünyada, bize inen Kur’ân’ın gerçekliğinden nasıl emin olabiliriz?
Haydi, bu sorunu aştık ve vehim sıfatını, sadece elimizdeki mushafın maddesine yakıştırmakla kurtulduk diyelim. Daha ilk sayfasını çevirdiğimiz zaman, kendisini bize Rahmân, Rahîm, Âlemlerin Rabbi isimleriyle tanıtan Allah, acaba bu isimlerle neyi murad etmiş olabilir dersiniz?
Hayalden ve vehimden ibaret bir dünyada, bu isimlerin tecellîlerinden ve mazharlarından söz etmek hiç de kolay olmayacaktır. Eğer—Allah Resulünün yaptığı gibi—bağrına yavrusunu basmış bir anneyi bir rahmet nümunesi olarak gösterecek olursanız, bu, iki kuruntusal varlık arasındaki vehmî bir ilişkiden başka neyi ifade edebilir? Eğer “âlemler” lâfzı hayalî âlemleri ifade ediyorsa, “Âlemlerin Rabbi” neyi anlatır?
İsterseniz, şöyle bir âyeti, bu hayal kuramı ışığında anlamaya çalışalım:
“Gökten bir su indiren de Odur. Biz herşeyi o suyla bitirdik; sonra ondan yeşillikler bitirdik; o yeşilliklerden de daneleri üst üste dizili başaklar çıkarırız. Hurma ağacının tomurcuğundan ise birbirine bitişik, bol salkımlar, üzümlerden bağlar olur; zeytin ve nar yetişir ki, onlardan kimi birbirine benzer, kimi benzemez. Onlara bir meyve vermeye başlamışken bakın, bir de olgun hallerine. İşte bunda, inananlar için âyetler var.”14
Bütün varlığın vehim haline dönüştüğü bir dünyada, âyetin bize gök, yağmur, yeşillik, dane, başak, üzüm, hurma, zeytin, nar, ham ve olgun meyve olarak tasvir ettiği şeyleri de ister istemez birer hayal ve kuruntu olarak anlamamız gerekecekse eğer, Kur’ân’ın hak kitap oluşu ve hak ile nazil oluşu neyi ifade edecektir?
Kur’ân, Kâbe’yi ziyaret etmeyi emrederken bizi hangi hayalî binanın peşine düşürdü? Hayalî bedenlerimizle kıldığımız namazlarda bizi Beyt-i Haram yerine hangi vehme yöneltiyor?
Kur’ân’ın anlattığı kıssalar da mı hayal? İsâ, Mûsâ, Lukmân, İmrân, İbrahim, İshak, Meryem, Sâmirî, Firavun, sihirbazlar, Ebu Leheb, Âd Kavmi, Salih’in devesi, Lût Kavminin başına yağan taşlar, Bedir’de mü’minlere gönderilen melekler, Uhud’daki şehidler, hep beynimizde olup biten hayallerden mi ibaretti?
Ya hergün salât ü selâm gönderdiğimiz Peygamber?
Yoksa o da Allah’ın elçisi olarak algıladığımız bir hayaletten başka birşey değil miydi?
Yoksa—yoksa, Kur’ân’daki Allah’ı tanıtan ifadeler, bize hayal ve kuruntudan başka birşey olmayan âlemleri gerçekmiş gibi algılatan illüzyonist bir tanrı modeli mi resmediyor?
KAYNAKLAR:
1 Dr. Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar (İstanbul: M. Ü. İlâhiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 1997), s. 295-6.
2 Hayreddin Karaman, İmam Rabbânî ve İslâm Tasavvufu (İstanbul: Nesil Yayınları, 1992), s. 265.
3 Bekir Topaloğlu, Kelâm İlmi (İstanbul: Damla Yayınevi, 1991), s. 48.
4 Talât Koçyiğit, Hadisçilerle Kelâmcılar Arasındaki Münakaşalar (Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı, 1988), s. 89-90.
5 Kur’ân, 3:7.
6 Bu konuda tafsilât için, bk. Muhammed Gazalî, Kur’ân’ı Anlamada Yöntem (Ankara: Sor Yayıncılık, 1993), s. 190-2.
7 Kur’ân, 14:19. Benzer ifadelerin, “hak” kelimesiyle tekrarlandığı diğer âyetler için, bk. 6:73; 15:85; 16:3; 29:44; 30:8; 39:5; 44:39; 45:22; 46:3; 64:3.
8 Kur’ân, 10:5.
9 Kur’ân, 21:16-7.
10 Kur’ân, 44:38-9.
11 Kur’ân, 3:191.
12 Cemaleddin el-Kasımî, Kur’ân’ı Anlamak: Tefsir İlminin Temel Meseleleri (İstanbul: İz Yayıncılık, 1990), s. 58-9; Ali Turgut, Tefsir Usulü ve Kaynakları (İstanbul: M. Ü. İlâhiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 1991), s. 286-7.
13 “Biz nane yemedik” demek için bu kadar tekellüflü tevillere hiç de ihtiyaç yoktu!
14 Kur’ân, 6:99.
Yazar: Ümit Şimşek
Gördüklerimiz hayal mi?
Okuduklarımız hayal mi?
Dostlarımız, düşmanlarımız birer hayal mi?
Yiyip içtiklerimiz, gezip gördüklerimiz birer kuruntu mu?
Şimdiye kadar bildiğimiz ve inandığımız şeyler temelinden yanlış mıydı?
MADDENİN hayalden ibaret olduğu yolunda, tarih boyunca Doğuda ve Batıda pek çok defalar tartışma konusu teşkil etmiş bulunan bir eski iddia, son birkaç senedir bizim toplumumuzda yine gündeme getirilmiş bulunuyor. Bu defa, iddia, bilimsel bir buluş, ispatlanmış bir gerçek, bir tevhid delili ve bir inanç esası olarak sunuluyor ve bu kimliğiyle, girdiği zihinlerde pek çok soruya yol açıyor:
Biz bir hayal miyiz? Dünyamız hayal mi? Gördüklerimiz hayal mi? Okuduklarımız hayal mi? Dostlarımız, düşmanlarımız birer hayal mi? Yiyip içtiklerimiz, gezip gördüklerimiz birer kuruntu mu? Şimdiye kadar bildiğimiz ve inandığımız şeyler temelinden yanlış mıydı?
Daha yüzlercesi, daha binlercesi—ve bütün bunların yanı sıra, bir de can alıcı soru:
Herkes ve herşey bir hayal ise, hakikat olan ne?
Ayrıca belirtmeye belki hiç gerek yok; ama, eğer herşey bir hayalden ibaretse, bu konuyu tartışmak da bir hayalin ötesine geçemeyecek demektir. Ancak biz bu görüşü peşin peşin benimsemiş olmadığımız için, hayal peşine düşme endişesine kapılmaksızın, konunun hakikî ve ciddî bir biçimde tartışılması gerektiğini düşünüyoruz.
Böyle bir tartışma, bütün ayrıntılarıyla ve tarihsel seyriyle birlikte ele alınacak olursa, elbette ki bir kaç sayfaya sığmaz. Ancak konunun temel noktalarını aydınlığa kavuşturmak ve “Bu iddialarda bir gerçeklik payı var mı, yok mu?” şeklindeki bir soruya net bir cevap ortaya çıkarmak için, bu sütunların o kadar da dar gelmeyeceği düşüncesindeyiz.
FELSEFE Mİ, TASAVVUF MU, KELÂM MI?
İçinde yaşadığımız dünyanın gerçek bir varlığa sahip olmadığı yolundaki düşünce, insanlık tarihinin yabancısı değildir. Bu konudaki tartışmalar, bir tarafta Batının, diğer tarafta Doğunun eski din ve felsefelerine kadar uzanır. Tarih boyunca da çeşitli inanç ve felsefe mensupları, eşyanın gerçek bir varlık olmadığı yolunda görüşler ileri sürmüşlerdir. İslâm kültürü içinde ise, bu iddiaların, İslâmın ortaya çıkışından asırlarca sonra, “vahdet-i vücud” ve “vahdet-i şuhud” kavramlarıyla birlikte, tasavvuf akımları içinde ciddî biçimde taraftar bulduğunu görüyoruz. Felsefe ve tasavvufun yanı sıra, kelâmcılar arasında da bu konu, akaidle ilişkisi yüzünden, uzun uzun tartışılmıştır. Böylece, varlıkların hayal ve vehimden ibaret olduğu yolundaki görüşlerin felsefe, tasavvuf ve kelâm (veya akaid yahut usulüddin) olmak üzere üç ayrı alanla ilgisinin bulunduğunu söyleyebiliyoruz. Ancak, her üç açıdan yaklaşım da, diğerlerinden kesin biçimde ayrılan bakış açısı, yöntem ve sonuçları ortaya çıkardığından, bugün tartışılmakta olan hayal modelini incelemeden önce, onun ait olduğu yeri belirlememiz gerekecektir.
Bu konu, gündemimize bir akaid meselesi olarak getirilmiştir; kamuoyunda yol açtığı sorunlar da inançla ilgili tereddüt ve tartışmaları içermektedir. Onun için, söz konusu modelin felsefî dayanakları bulunsa bile, pratikte bizi çok fazla ilgilendirmeyeceği ortadadır. Bu durumda, geriye kelâm ile tasavvuf alanları kalmaktadır. Ancak, tartışılan şeyin bu ikisi arasında nereye oturduğunu kesin sınırlarla belirlemek, göründüğü kadar kolay bir iş değildir.
Bir açıdan bakıldığında, konunun bir tevhid ispat aracı olarak gündeme getirildiğini görüyoruz ki, bu durumda yerini de kelâm ilmi olarak belirlemek gerekiyor. Diğer yandan, iddiaların kaynağına ve ispat biçimine baktığımızda, kelâmın kaynaklarının terk edildiğini görüyoruz. Konunun tasavvufla ilişkisini incelediğimizde ise, bu defa tasavvufun yöntemlerini göremiyoruz. Ve sonunda, kendimizi, felsefe-tasavvuf-kelâm karışımı bir model karşısında buluyoruz.
HAYAL MODELİ VE TASAVVUF
Önce, maddenin bir hayalden ibaret olduğu yolundaki görüşün, İslâm kültüründe, tasavvufa dayandığını dikkate almamız gerekir. Zaten iddia sahipleri de bu konuda delil olarak iki İslâm mutasavvıfını, Muhyiddin b. Arabî ile İmam Rabbânî’yi göstermektedirler. Ancak bu iddianın bir doğru, bir de yanlış tarafı vardır. Muhyiddin b. Arabî’nin, Allah’tan başka bir varlık kabul etmeyen “vahdet-i vücud” görüşüne sahip olduğu doğrudur; İmam Rabbânî ise, yaratılmışların da haricî bir varlık sahibi olduğunu net bir şekilde ifade etmektedir. İmam Rabbânî’nin tevhidi, vücuda değil, şuhuda dayanan bir tevhiddir ki, vahdet-i şuhud adıyla anılır. Bunu, İmam Rabbânî şu şekilde açıklamaktadır:
“Meselâ bir kimse güneşin varlığına ilmî bir yakınlık peyda etse, bu yakınlık diğer yıldızların o anda yok kabul edilmesini gerektirmez. Fakat güneşi temâşâ eden bir insan, yıldızları göremez. Çünkü o anda, onda, güneşi görme isteğinin dışında bir arzu yoktur. Buna rağmen, bu insan mutlaka bilir ki, yıldızlar yok değildir; güneşin parlak ışığından dolayı görünmezler. … Güneş doğduktan sonra yıldızları yok bilmek başka, o anda görmemek başkadır.”(1)
İmam Rabbânî’nin, Muhyiddin b. Arabî’yi birçok mektubunda bu açıdan tenkit ettiği de bilinmektedir. Meselâ, Mektubat’ının ikinci cildinin birinci mektubunda, “Şeyh Muhyiddin ve izinden gidenlerle aranızdaki fark nedir?” şeklindeki bir soruyu Rabbânî şöyle cevaplandırıyor:
“Bu ikisi arasında ne büyük fark vardır! … Onlar gölge varlığın ancak vehim ve hayalde var olduğunu ileri sürüp mücerred teklikten başka hariçte bir mevcudun varlığını kabul etmezken, bu fakir, bu gölgeye ait varlığın hariçte varlığını sabit görüyor. … Eğer bu büyükler, hariçte gölge varlığın, hariçteki asıl varlığın gölgesi olduğunu bilselerdi, hariçte âlemin var olduğunu inkâr etmez, bunu yalnızca vehim ve hayalde var saymazlardı.”(2)
Bu durumda, âlemin bir hayal ve vehimden ibaret olduğu yönündeki görüş, iddia edildiği gibi İmam Rabbânî ile Muhyiddin b. Arabî’nin ortak görüşü değil, bunlardan sadece Muhyiddin b. Arabî’ye ait olan ve diğer İslâm âlimleri gibi İmam Rabbânî tarafından da ciddî şekilde tenkide uğramış bir görüş olarak kalmaktadır.
Bununla birlikte, kim tarafından savunulursa savunulsun, vahdet-i vücud modelinin bir tasavvufî görüş olduğunu dikkatten uzak tutmamak gerekir ki, bu durum, birtakım hususları sağlıklı bir incelemenin vazgeçilmez şartları hâline getirmektedir.
Birincisi: Bu model, İslâm tasavvufunun bir ürünüdür ve Doğunun veya Batının diğer din ve felsefeleriyle bir ilişkisi yoktur.
İkincisi: Tasavvuf, kendi özellikleriyle, kendi yöntem ve ıstılahlarıyla, başlı başına bir kültürdür ve bu kültürün terimlerini ve olgularını, kendi şartları içinde değerlendirmek icap eder. Seyr, sülûk, zıll, gölge, hayal, vehim, esmâ, sıfât, şe’n, fenâ, keşif, zevk, müşahede, cezbe, tecelliyat, mülk, melekût, misal gibi yüzlerce tasavvufî kavram vardır ki, bir tasavvuf ehlinin hayalden, gölgeden, vehimden, tevhidden söz ettiği zaman neyi kast ettiğini kavrayabilmek için, herşeyden önce, bu kavramlara âşinâ olmak ve onları kendi muhtevâları içinde yerli yerine oturtmak gerekir.
Üçüncüsü: Tasavvufî görüşler teorik bilgileri değil, yaşanan bir hâli yansıtırlar. İster vahdet-i vücud olsun, isterse vahdet-i şuhud, bunlar, manevî âlemlerde bir seyir izleyen yolcunun, nice mertebeler kat ettikten sonra erişeceği bir menzili ifade etmektedirler. Öyle bir mevkide bulunanlar, baktıkları yere kâinatın gerisinden değil, kâinatı kendi arkalarına almış olarak bakmaktadırlar; dolayısıyla, şu veya bu seviyede dünya ile herhangi bir bağı bulunan kimselerin böyle bir konuda onları anlamaya veya anlatmaya çalışmaları yahut felsefe ekollerinde bu görüşlerin benzerlerini araştırmaları kadar beyhude bir çaba düşünmek mümkün değildir.
Dördüncüsü: Yukarıdaki maddeden de çıkarılabileceği gibi, tasavvuftan alınan bir görüşün ispatı da, açıklanması da tasavvufun kendi yöntemleri içinde cereyan etmelidir. Bu yöntemler ise, seyir, keşif, zevk, şuhud yöntemleridir. Bu ise, kelâmın, tefsirin, hadisin yahut fıkhın yöntemlerinden çok farklıdır. O yüzden, “Madde hayaldir” şeklinde bir iddia ortaya atıldığı ve bu iddianın kaynağı olarak tasavvuf gösterildiği zaman, bu iddia sahiplerinin, böyle bir deneyimi yaşamış, keşif ve gözlemini gerçekleştirmiş olarak ortaya çıkmış olması ve iddialarının ispat ve açıklamasını da aynı kaynağın tabiatına uygun yöntemlerle yapması beklenmelidir. Yoksa Muhyiddin b. Arabî’nin yahut İmam Rabbânî’nin yaşamış olduğu olağanüstü deneyimler üzerinde bizim yirmi birinci yüzyılın dünyasında oturduğumuz yerden ahkâm kesmemiz ve bunları yorumlamaya kalkmamız bir değer taşımayacaktır.
Bugün maddenin hayaliyetiyle ilgili iddiaları savunanlara gelince:
Bunlar, iddialarının İslâm literatüründeki delili olarak tasavvuf kaynaklarını göstermektedirler. Ancak kendilerinin aynı yolu izledikleri ve seyr ü sülûk, keşif ve müşahede yoluyla bu gözlemleri paylaşmış olduklarına dair bir iddiaları yoktur. Hattâ, yapılan nakillerin de ortaya koyduğu gibi, bu kaynakların ve içerdikleri terimlerin doğru bir şekilde anlaşılmış olduğuna dair ciddî bir belirti de yoktur. Bu kaynaklara, daha ziyade, “İslâmî bir dayanak” bulabilme kaygısıyla başvurulduğu anlaşılmaktadır. Daha net bir şekilde ifade etmek gerekirse, iddialar hem nitelik, hem de yöntem itibarıyla, felsefî bir görünüm arz etmekte ve tasavvufla herhangi bir ilişki ortaya çıkarmamaktadır. Bununla birlikte, akaid alanına girdiği ve—görüş sahiplerinin iddiasına göre—tevhid hakikatinin bir ispat aracı olarak kullanıldığı için, konu ister istemez kelâm disiplininin sahasına taşmakta ve bir de meseleye bu yönden bakmamızı gerekli kılmaktadır.
KELÂM AÇISINDAN
Kelâm ilmi açısından incelendiğinde ise, konuya, bu disiplinin kapsamı, yöntemleri ve kaynakları açısından yaklaşmamız gerekecektir. Önce kelâm ilminin kapsadığı konulara bakalım.
Kelâm ilmi, (1) Allah’ın zâtını ve sıfatlarını, (2) peygamberliğe ait meseleleri, (3) ilk yaratılış ve diriliş itibarıyla mahlûkatın hallerini kapsayan “usul-ü selâse,” yani, üç aslı İslâm kanunu üzere inceleyen bir disiplin olarak tanımlanır.(3) Kâinatın yaratılışını ve mahiyetini ilgilendiren bir model, en azından, usul-ü selâsenin üçüncüsünü ilgilendirdiği için, kelâm ilminin alanında incelenebilir. Ancak, tanımdaki “İslâm kanunu üzere” kaydı bu konuda önemli bir şart olarak durmakta ve meseleyi İslâmî bir çizgide ele alıp almama hususunda bizi ihtiyata davet etmektedir.
İkinci olarak, kelâm ilminde ispat amacı söz konusudur. Zira, İmam Gazalî’nin ifade ettiği gibi, kelâm ilminin gayesi, “Ehl-i Sünnet akidesini, bid’at ehlinin sebebiyet vereceği zihin karışıklıklarından korumaktır.” Maddenin hayalden ibaret olduğunu öne sürenler, bu iddialarıyla, maddeye tapanların sığınaklarını yok ettiklerini savunmakta ve böylece tevhid inancını ispatlamaya çalıştıklarını öne sürmektedirler. İşte bu yönüyle, konunun kelâm disiplini içinde incelenebileceğini söyleyebiliriz; ancak, burada da Gazalî’nin dikkat çektiği husus ciddî bir soru ortaya çıkarmaktadır: Bu modelin, gerçekten zihinleri karışıklıklardan koruma olasılığı mı daha yüksektir, yoksa sükûn ve selâmet içindeki zihinleri karıştırma potansiyeli mi?
Kelâm ilminin üçüncü özelliği ve şartı ise, Kitap ve Sünnete dayanmasıdır. Bu ilim, ancak Kitap ve Sünnete uyması hâlinde şer’î ilimlerden sayılmaktadır.(4) İşte burada, maddenin hayaliyeti iddiası en büyük açığını vermektedir. Çünkü, ne Kitapta, ne de Sünnette, remiz veya ima ile dahi olsa, böyle bir modeli destekleyecek bir ifade bulmak mümkün değildir. Tam tersine, biraz ileride de değinileceği gibi, Kur’ân’ın muhkem âyetleri, hiçbir hayal ihtimaline açık kapı bırakmayacak netlikte, böyle bir modelin karşı delilleriyle doludur.
Böylelikle, maddenin hayaliyetine dair son zamanlarda İslâm inancı hesabına ileri sürülen model, ne tasavvuf, ne de kelâm ekolleri içinde kendisine bir yer edinememiş bulunuyor. Bu model her ne kadar kendisine tasavvuftan referans almaya çalışsa da, onun yolunu ve yöntemini izleyerek bu noktaya varamıyor; kelâmın yöntemlerini izlemeye kalksa da onun dayandığı yere dayanmıyor. Bu durumda, modelin sığınacağı tek yer olarak felsefe kalıyor ki, bunu da biz tartışma alanımızın dışında tutuyor ve “Gerisini sofistlerle felsefeciler düşünsün” diyerek, konuyu asıl incelenmesi gereken açıdan ele almak ve “Maddenin hayaliyeti iddiası, İslâm akidesine uygun düşer mi?” sorusuna cevap aramak istiyoruz.
AKAİDİN KAYNAKLARI VE HAYAL MODELİ
Bu konuda ilk ve son olarak söylenecek ve altı kalın bir çizgiyle çizilmesi gereken bir söz varsa, o da şudur:
İslâm akaidini, sadece ve sadece Kur’ân ve Sünnet belirler. Kur’ân’ın ve Sünnetin dışında, İslâm akaidinin hiçbir kaynağı yoktur.
Bu iki kaynak içinde de, akaid konusunda asıl belirleyici olan, Kur’ân’dır; Kur’ân’ın ise muhkem âyetleridir, yani, anlamı açık, net ve kesin olan âyetlerdir. İlk anda çeşitli şekillerde yorumlanmaya elverişli gibi görünen müteşabih âyetler ise, Kur’ân’ın deyimiyle “kitabın anası olan” muhkem âyetlerin ışığında açıklanır. Önceliği müteşabih âyetlere vererek muhkem âyetlere dayanmaksızın onları yorumlamaya çalışmak ise, Kur’ân tarafından, “kalplerinde sapıklığa meyil olanların fitne arayışı” olarak nitelendirilmiştir. (5)
Hadislere gelince, onların akaid konusundaki rolü, genellikle, Kur’ân’ın net ve sağlam temellere oturttuğu inanç esaslarını ayrıntılandırmaktan ibarettir. Bunu da, mütevatir veya meşhur olarak nitelenen ve çok sayıda râvi tarafından rivayet edilen hadisler yapar. Âhâd haberler adı verilen ve sadece bir iki râvinin rivayet ettiği hadislere ise, râvileri ne kadar güvenilir olsalar da, akaid konusunda belirleyici olarak itibar edilmez.(6)
Akaid belirleyici olarak Kur’ân ve Sünnetten başka bir kaynak düşünülemeyeceğine göre, Sahabeden başlamak üzere bugüne kadar gelen ve gelecek olan İslâm âlimlerine bu konuda düşecek olan şey, belirlenmiş olan akidelerin açıklanması, ispatı, şüphe ve tereddütlere karşı korunması gibi işler olacaktır. Onun dışında, akaid esaslarına taallûk eden ve daha önce Kur’ân ve Sünnette açıkça belirtilmemiş bir hususta, ne kadar büyük ve tartışılmaz bir kişiliğe sahip olursa olsun, hiçbir İslâm âliminin görüşü, kendi başına bir belirleyici unsur olarak ileri sürülemez ve yorumlanamaz.
KUR’ÂN NE DİYOR?
Bu tespitin ışığında, ilk olarak yapılması gereken şey, maddenin hayaliyeti ile ilgili iddiaları Kur’ân’a arz etmek olacaktır. Bu konuda Kur’ân’dan açık bir cevap almak hiç de zor olmaz; çünkü Kur’ân, yüzlerce âyetinde yaratılıştan, yaratıştan, yaratılmış olanlardan ve onların geçmiş ve gelecek hallerinden söz etmekte, açık ve anlaşılır tasvirlerde bulunmaktadır. Kur’ân’ın hangi sayfasını açsanız, içinde yaşadığımız âlemden birşeyleri somut olarak bir veya birkaç âyette bulursunuz. Bütün bu tasvirleri bir araya getirdiğiniz zaman, kendinizi dünyadan âhirete, zerreden yıldızlara, görünen âlemden görünmeyen âlemlere kadar herşeyiyle son derece canlı ve gerçek bir dünyanın içinde bulursunuz. Pek çok âyette ise, şuna benzer ifadelerle, bütün bunların hak ve hakikat olduğu ayrıca vurgulanmıştır:
“Görmedin mi: Gökleri ve yeri, Allah hak olarak yarattı.”7
“Güneşi bir ışık, Ayı bir nur yapan ve yıllarınızı sayıp hesabınızı bilesiniz diye ona menziller takdir eden de Odur. Allah bütün bunları başka birşeyle değil, ancak hak ile yarattı.”8
“Biz göğü, yeri ve ikisi arasındakileri oyun oynamak için yaratmadık. Eğer bir oyun edinmek isteseydik, onu kendi katımızdan edinirdik!”9
“Biz gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri oyun oynamak için yaratmadık. Bütün bunları Biz ancak hak ile yarattık; lâkin çokları bunu bilmez.”10
“Onlar ki ayaktayken, otururken yahut yatarken, her hallerinde Allah’ı anarlar ve göklerin ve yerin yaratılışını tefekkür ederler: Rabbimiz, Sen bunu boşuna yaratmadın. Münezzehsin, bizi ateş azâbından koru.”11
Bütün bu muhkem âyetlerde, hak sözünün tekrar tekrar teyid edilerek geçmesi, bu sözcüğün anlamına uygun düşmeyen her türlü anlayış ve yorum için kapıyı ebediyen kapatmış bulunmaktadır. Hak kelimesiyle dünyada hiçbir zaman bağdaşmayacak iki kavram düşünmek gerekirse, bunlar herhalde vehim ve hayal olmalıdır. Tefsir ilimlerinin temel usullerinden birisi, Kur’ân âyetlerinden herhangi biri üzerinde yapılan yorumların, “âyetin zahir mânâsına ters düşmemesini” gerektirir. Eğer yapılan yorum akaid konusunda ise, âyetin zahirine ters düşmemek de yetmez; öne sürülen yoruma, Kur’ân’ın başka âyetlerinden ayrıca şahit de getirmek gerekir.(12) Çünkü, Kur’ân, İslâm akaidinin temellerini hiçbir tereddüt ve kuruntuya meydan bırakmayacak bir açıklıkla tespit etmiştir. Eğer âyetlerin bir yerinde, âlemin hayalden ibaret olduğu görüşüne imkân verecek bir ifade varsa, bu mutlaka daha başka birçok âyetle de desteklenmiş olmalıdır. Oysa gerçek bunun tamamen tersi yöndedir: Yaratılmış olanların gerçek bir varlığa sahip olduğu üzerinde bu kadar vurgu yapıldıktan başka, daha yüzlerce âyette, pek çok varlığın adı sayılarak onların yaratılışına dikkat çekilmekte, bunların hikmetleri anlatılmakta ve insanın hizmetine sunulmuş oldukları bildirilmektedir. Daha da ötesi, bir kısım hakikatlere dikkat çekerken, Kur’ân, söz konusu varlıklardan bazılarına yemin ederek sözlerine başlamaktadır. Bu durumda insan sormaz mı:
Acaba Allah, hayal ve kuruntuları mı “hak ile yarattığından” söz ediyor?
Veya hayal ürünü gökler ile hayal ürünü yerdeki hayalleri mi Allah bize “göklerin ve yerin âyetleri” diye takdim ediyor?
Veya “Sizin hizmetinize sundum” dediği hayallerle mi bizi avutuyor?
Yahut “Gökteki ve yerdekiler Onu tesbih eder” derken, Allah, kendisine sunulan hamd ve tesbihlerin de birer vehimden olduğunu mu söylemek istiyor?
Yoksa Allah, hakikî bir varlığı olmayan hayaller üzerine mi yemin ediyor da Ulûhiyetinin izzet ve celâlini—hâşâ—bir vehim oyuncağı yapıyor?
BİR GARİP HAYALPERESTLİK
Maddenin hayaliyetiyle ilgili iddiaların en ilginç yönlerinden birisi, bu iddiaların bir tevhid delili olarak sunulmak istenmesidir. Madde diye birşey olmadığı anlaşılınca maddenin bir gücü de kalmayacak, böylece bütün kudret ve kuvvetin Allah’a ait olduğu kabul edilecektir! İyimser bir görüşle, bu bir çözüm olarak telâkki edilebilirdi. Nihayet, arabalar olmazsa trafik sorunu, okullar kapanırsa eğitim sorunu olmaz. Aynı mantığı izleyerek, maddenin olmadığı yerde, maddenin yaratıcılığından da söz etme imkânının kalmayacağı öngörülebilir. Keşke iş bu kadarla kalsaydı! Ama herşeyin bir vehim olarak algılandığı bir hayalî âlemde, olmayan şeyin yaratıcıya ihtiyacını kim nasıl ispat edecek? Veya bu yaratıcı, vehmî bir yaratıcı yahut vehimlerin yaratıcısı olmaktan öteye gidebilecek mi?
Şu tasvirlere bir göz atalım:
“Çay içerek yakın bir dostu ile sohbet eden bir insan, sıcak çay bardağından eli yanınca hemen bardağı elinden bırakır. Ancak burada da söz konusu kişi, bardağın sıcaklığını gerçekte elinde değil beyninde hisseder. Aynı insan çayın tadını ve kokusunu da beyninde algılar, görüntüsünü ise beyninde seyreder. Fakat insan, zevkle içtiği çayın aslında beyninde bir algı olduğunu hiç fark etmeksizin, bardağı kendi dışında ve maddesel bir gerçek zannederek yine görüntüsü beyninde oluşan arkadaşı ile sohbet eder. … Bugüne kadar hiçbir insan nanenin aslının tadına bakmamıştır. Nane olarak algıladığı tat, beyninde oluşan bir algıdır sadece. Çünkü nanenin aslına ne dokunabilir, ne onun aslını görebilir, ne aslının kokusunu veya tadını alabilir.(13) Sonuç olarak, biz hayatımız boyunca bize gösterilen kopya algılarla yaşarız. Ancak bu kopyalar o kadar gerçekçidir ki, hiçbir zaman kopyalarını yaşadığımızı fark etmeyiz. Örneğin, şu anda başınızı kaldırın ve bulunduğunuz odada gözünüzü gezdirin. Kendinizi içinde mobilyalar bulunan bir odanın içinde gibi görüyorsunuz. Oturduğunuz koltuğun kollarına dokunduğunuzda, sanki gerçekten bu kolların asıllarına dokunuyormuş gibi sertliğini hissediyorsunuz. … Algıladığımız herşeyin beynimizde meydana geldiği bilimsel olarak kanıtlanmış bir gerçek olmasına rağmen, insanların çoğu, beynimizin dışında bu görüntülerin asılları olduğunu zan ve iddia ederler. Bu, hiçbir zaman ispatlayamayacakları bir iddiadır. Ayrıca, maddeyi dışarıda var zannetseler bile, daha önce de belirtildiği gibi beynimizin dışında ne ses, ne ışık, ne de renkler bulunmaktadır. Işık, dışarıda enerji dalgaları veya enerji paketçikleri şeklinde bulunur ve ancak retinaya çarptığında bildiğimiz ışık kavramı ile karşılaşırız. Benzer şekilde dışarıda ses de yoktur.
Kuruntu bir kere kurulmaya başladıktan sonra nerede duracağını kimse kestiremiyor. “Bardak gerçek değil; beyindeki görüntüden ibaret.” Peki, beyin? O da gerçek değil. “Tadı, kokuyu, sesi, ışığı, gerçek olmayan beyin algılar.” Ya tad, koku, ses, ışık? Onlar da gerçek değil. Özetle, vehim diyen dilimizin, hayal gören beynimizin kendisi de dahil olmak üzere, hiçbir şey yok âlemde. Hattâ âlem de yok; hattâ “şey” de yok. Var denecek ne varsa, hepsi bir hayalden, bir kuruntudan ibaret. Muvahhid sofistlerimiz bize böyle bir kâinat modeli tasvir ediyorlar.
Eğer “Bundan ne çıkar?” diyorsanız, bu kafayla akaid sorunlarını çözmeyi ve bu dini yaşamayı bir deneyin isterseniz:
Vehimden ibaret bir dünyada, bize inen Kur’ân’ın gerçekliğinden nasıl emin olabiliriz?
Haydi, bu sorunu aştık ve vehim sıfatını, sadece elimizdeki mushafın maddesine yakıştırmakla kurtulduk diyelim. Daha ilk sayfasını çevirdiğimiz zaman, kendisini bize Rahmân, Rahîm, Âlemlerin Rabbi isimleriyle tanıtan Allah, acaba bu isimlerle neyi murad etmiş olabilir dersiniz?
Hayalden ve vehimden ibaret bir dünyada, bu isimlerin tecellîlerinden ve mazharlarından söz etmek hiç de kolay olmayacaktır. Eğer—Allah Resulünün yaptığı gibi—bağrına yavrusunu basmış bir anneyi bir rahmet nümunesi olarak gösterecek olursanız, bu, iki kuruntusal varlık arasındaki vehmî bir ilişkiden başka neyi ifade edebilir? Eğer “âlemler” lâfzı hayalî âlemleri ifade ediyorsa, “Âlemlerin Rabbi” neyi anlatır?
İsterseniz, şöyle bir âyeti, bu hayal kuramı ışığında anlamaya çalışalım:
“Gökten bir su indiren de Odur. Biz herşeyi o suyla bitirdik; sonra ondan yeşillikler bitirdik; o yeşilliklerden de daneleri üst üste dizili başaklar çıkarırız. Hurma ağacının tomurcuğundan ise birbirine bitişik, bol salkımlar, üzümlerden bağlar olur; zeytin ve nar yetişir ki, onlardan kimi birbirine benzer, kimi benzemez. Onlara bir meyve vermeye başlamışken bakın, bir de olgun hallerine. İşte bunda, inananlar için âyetler var.”14
Bütün varlığın vehim haline dönüştüğü bir dünyada, âyetin bize gök, yağmur, yeşillik, dane, başak, üzüm, hurma, zeytin, nar, ham ve olgun meyve olarak tasvir ettiği şeyleri de ister istemez birer hayal ve kuruntu olarak anlamamız gerekecekse eğer, Kur’ân’ın hak kitap oluşu ve hak ile nazil oluşu neyi ifade edecektir?
Kur’ân, Kâbe’yi ziyaret etmeyi emrederken bizi hangi hayalî binanın peşine düşürdü? Hayalî bedenlerimizle kıldığımız namazlarda bizi Beyt-i Haram yerine hangi vehme yöneltiyor?
Kur’ân’ın anlattığı kıssalar da mı hayal? İsâ, Mûsâ, Lukmân, İmrân, İbrahim, İshak, Meryem, Sâmirî, Firavun, sihirbazlar, Ebu Leheb, Âd Kavmi, Salih’in devesi, Lût Kavminin başına yağan taşlar, Bedir’de mü’minlere gönderilen melekler, Uhud’daki şehidler, hep beynimizde olup biten hayallerden mi ibaretti?
Ya hergün salât ü selâm gönderdiğimiz Peygamber?
Yoksa o da Allah’ın elçisi olarak algıladığımız bir hayaletten başka birşey değil miydi?
Yoksa—yoksa, Kur’ân’daki Allah’ı tanıtan ifadeler, bize hayal ve kuruntudan başka birşey olmayan âlemleri gerçekmiş gibi algılatan illüzyonist bir tanrı modeli mi resmediyor?
KAYNAKLAR:
1 Dr. Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar (İstanbul: M. Ü. İlâhiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 1997), s. 295-6.
2 Hayreddin Karaman, İmam Rabbânî ve İslâm Tasavvufu (İstanbul: Nesil Yayınları, 1992), s. 265.
3 Bekir Topaloğlu, Kelâm İlmi (İstanbul: Damla Yayınevi, 1991), s. 48.
4 Talât Koçyiğit, Hadisçilerle Kelâmcılar Arasındaki Münakaşalar (Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı, 1988), s. 89-90.
5 Kur’ân, 3:7.
6 Bu konuda tafsilât için, bk. Muhammed Gazalî, Kur’ân’ı Anlamada Yöntem (Ankara: Sor Yayıncılık, 1993), s. 190-2.
7 Kur’ân, 14:19. Benzer ifadelerin, “hak” kelimesiyle tekrarlandığı diğer âyetler için, bk. 6:73; 15:85; 16:3; 29:44; 30:8; 39:5; 44:39; 45:22; 46:3; 64:3.
8 Kur’ân, 10:5.
9 Kur’ân, 21:16-7.
10 Kur’ân, 44:38-9.
11 Kur’ân, 3:191.
12 Cemaleddin el-Kasımî, Kur’ân’ı Anlamak: Tefsir İlminin Temel Meseleleri (İstanbul: İz Yayıncılık, 1990), s. 58-9; Ali Turgut, Tefsir Usulü ve Kaynakları (İstanbul: M. Ü. İlâhiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 1991), s. 286-7.
13 “Biz nane yemedik” demek için bu kadar tekellüflü tevillere hiç de ihtiyaç yoktu!
14 Kur’ân, 6:99.
Yazar: Ümit Şimşek
Peygamber Efendimiz'in Bir Günü
Normal bir ömür yaşamış her hangi bir insanın hayatından yirmi dört saatlik kısa bir dilimi, yani 'bir gün'ü anlatmak, o kişiyi tanıtma adına ciddi yetersizlikler taşır. Zira yaşanan günlerin hemen hiç biri diğeriyle aynı değildir. Hele o kişi Efendimiz (sav) gibi, müstesna bir zat ise iş daha da zorlaşacaktır. Bu zorluğa rağmen günü belli dilimlere ayırarak, aynı günde olmazsa bile, o zaman diliminde genellikle işlenen fiilleri, sahih kaynaklar ışığında ele almaya gayret ettik.
Asr-ı Saadet ve sonraki dönemlerde günler daha çok cami etrafında ve namaz merkezli geçtiğinden, günü namaz vakitlerinin sayısınca beşe böldük. Efendimiz (sav) ve o çizgide gidenlerin hayatında gecenin ayrı bir önemi olduğundan onu da ayrı bir dilim olarak ekledik.
Sabah
Yeryüzünde günlük hayat sabah gün doğmadan başlar. Şebnemlerin oluşmasından, tomurcukların açılmasına; kuşların ötüşünden, nesimin esmesine varıncaya kadar hemen bütün varlık kendilerine mahsus dilleriyle gün doğmadan toplu bir zikir halkasına otururlar. İnsan da bu zikir halkasına, şuurlu bir şekilde iştirak eder ve başta namaz olmak üzere değişik zikir ve aktivitelerle güne başlar.
Efendimiz (sav) de güne sabah namazı ile başlardı. Âmâ bir sahabe olan Abdullah b. Ümmi Mektum'un okuduğu ezandan sonra1 Hz. Peygamber odasında sünneti kılar ve farzı kıldırmak üzere mescide çıkardı. Mescide gelemeyecek kadar ciddi mazeretleri olanlar dışında, Medine'de bulunan bütün Müslümanlar her farz namazı Efendimiz'in arkasında kılmaya gayret ederlerdi.
Namazdan sonra her gün, güneş belli bir yüksekliğe çıkıncaya kadar önce tesbihatını ve o vakte ait mutad evradını yapar, sonra yüzünü ashabına dönerek bağdaş kurar ve ashabıyla sohbet ederdi. Bu sohbetler sırasında gündelik konulardan, tarihi hatıralara, rüya tabirlerinden, imana hizmet konularına, sorulara cevap vermekten, sıkıntısı olanların sıkıntısını gidermeye varıncaya kadar beşeriyetin gereği olan birçok mesele konuşuluyordu. Yani ibadet halkasından hemen sonra tam bir ilim ve irfan halkası kuruluyordu.2 Yıllarca, her günün en verimli vaktinde ve en az bir saat süren 'Peygamber Sohbeti' kişiye neler kazandırır, her halde onu ancak yaşayanlar bilir. Sahabenin üstünlüğü de burada aranmalıdır.
Kuşluk namazı kılındıktan sonra oradan bir yere gidilmeyecekse Efendimiz (sav) eve döner ve evde yiyecek bir şey olup olmadığını sorardı. Şayet yiyecek bir şey varsa kahvaltı yapar yoksa "öyle ise oruçluyum"3 der o günü oruçlu geçirirdi. "Bir şey var" denildiği zamanlarda var olan şey genelde süt, hurma, bir kaç dilim kuru arpa ekmeği vb. şeylerdi. Yani evlerinde ne bulurlarsa onu yerler, yemekler arasında ayırım yapmazlardı.
Efendimiz'in hayatında yemek işi, günümüzde olduğu gibi hayatın merkezinde yer almıyor, gündelik hayat yemek öğünlerine göre şekillenmiyor, yemek için fazla zaman harcanmıyor, yemek olmadığı zaman problem yapılmıyor, mükellef sofralar kurulmuyor, sohbetlerde sürekli yemek çeşitlerinden söz edilmiyor, daha güzel bir yemek için kilometrelerce yol kat edilmiyor, yıllık yiyecek hesabı yapılıp depolanmıyor, yemek masası kurulmuyor vs. Durum böyle olunca da, günümüzün tam aksine, diğer önemli şeylere daha çok vakit ve para ayrılıyordu.
Hz. Peygamber öğleden önce bir süre dinlenirdi. Gece ibadet ve benzeri faaliyetlerle uğraşıldığı için yeterince dinlenememek, iş yoğunluğu ve stresten ötürü dikkatin dağılması, bedenin yorulması ve sıcak iklim şartlarından ötürü, gecenin yanı sıra bir de gündüz uyuyup dinlenme söz konusudur. İslami, literatürde buna kaylule denilmektedir. Türkçemizde buna öğle uykusu veya öğle öncesi uyku demek mümkündür.
Öğle
Öğle, gündüzün kemale erip zevale meylettiği, günlük işlerin belli bir seviyeye getirildiği, iş yoğunluğundan uzaklaşarak kısa bir dinlenmeğe ihtiyaç duyulduğu, fânî dünyanın geçici ve ağır işlerinin verdiği gaflet ve yorgunluktan ruhun teneffüse ihtiyaç hissettiği bir zamandır. İnsan ruhu, bu sıkıcı atmosferden kurtulmak, Yüce Rabbinin huzuruna çıkıp el bağlayarak nimetlerine şükür ve hamd edip yardım dilemek, celal ve azametine karşı rükû ve secde ile aczini ortaya koymak üzere öğle namazını kılmaya büyük bir heves ve ihtiyaç duyar. Hele bu namaz Efendimiz (sav)'in arkasında kılınacaksa...
Evet, Hz. Peygamber, büyük bir iştiyakla camiye koşan ashabına gün ortasında öğle namazını kıldırırdı. Eğer o gün haftanın Cuma günü ise bambaşka bir coşku ile yani bayram havasında namaza hazırlanılırdı. Tırnaklar kesilir, banyo yapılır, yeni elbiseler giyilir, kokular sürülür, her günden daha erken camiye gidilir, Efendimiz'in hutbesine kulak verilir ve ardından da namaz kılınırdı. Özellikle bu namaza çocuk ve kadınlar diğer vakitlere nazaran daha çok iştirak ederlerdi.
Kaynaklarımızda düzenli bir şekilde yenilen öğle yemeğinden söz edilmemektedir. Fıtır sadakası veya bazı keffaretlerin miktarı belirlenirken günde iki öğün üzerinden hesaplanması gösteriyor ki, sabah ve akşam yemeklerine ek olarak üçüncü bir öğün bulunmamaktadır. Böylece, sabah kahvaltısını sahurda yiyen kişinin günlerini ne kadar kolay bir şekilde oruçlu geçirebileceği de daha iyi anlaşılmaktadır. Aslında günümüzde de iki öğünle yetinmek hem zaman kazanma, hem bütçe dengeleri, hem de sağlık açısından tavsiyeye şayan olmanın ötesinde uyulması gereken bir sünnettir. Elbette şeker hastalığı vb. durumlar istisnadır.
Hz. Peygamber zaman zaman ashabına ziyaretlerde bulunur, gündelik meşgalelerini deruhte eder, devlet başkanı olarak kamuyu ilgilendiren işlere bakar, nazil olan âyetleri vahiy katiplerine yazdırır, hemen yerine getirilmesi gereken emirler varsa bunları bir münadi vasıtasıyla halka duyurur ve gelen misafirlerle ilgilenirdi. Mesela hicretin sekizinci yılından itibaren yoğun bir elçiler ziyareti yaşanmıştır. Günün bir bölümü bu elçileri karşılama, ağırlama, soru ve isteklerine cevap verme ve uğurlama ile geçmekteydi.
İkindi
İkindi günlük işlerin sona ermeye başladığı, gün içinde mazhar olduğumuz sağlık, selamet ve hayırlı hizmet gibi ilahî nimetlerin meyvesinin alındığı zamandır.
Efendimiz (sav) de bu namaza, Kur'ân'ın işareti4 ile âdeta ayrı bir değer verir ve Hz. Bilal'in yanık sesiyle ashabını camiye davet ederdi. İkindi vaktı mümini koruma-kollama ile görevli gece ve gündüz meleklerinin nöbet devir anlarından biri olduğu bilindiği için de, namaz sonrası tesbihat daha uzun tutulurdu. Nitekim bir hadis-i şerifte konu şu şekilde anlatılmaktadır: "Gece bir grup, gündüz de bir grup melek yanınızda olurlar. Bunlar sabah ve ikindi namazları vaktinde bir araya gelir ve nöbet değişimi yaparlar. Rableri namaz kılmış kullarının hallerini en iyi bildiği halde, yine o meleklere: ‘Kullarımı ne halde bıraktınız?' diye sorar. Onlar da: 'Biz onları namaz kılar halde bıraktık ve yanlarına da namaz kılarken varmıştık', derler."5
Efendimiz'in pek terk etmediği bir âdeti vardı: Her ikindi namazından sonra hanımlarını dolaşır, onların hal ve hatırlarını sorar, ihtiyaçlarını tesbit ederdi. Bu mutad ziyaretlerinde Evzac-ı Tahiratın her biri yanlarında bulunanlardan Efendimiz'e ikram ederlerdi.6
Akşam
Akşam vakti, güz mevsiminin sonunda pek çok canlının ölmesine benzer şekilde, hem insanın bir gün vefat edeceğini, hem de kıyametin başlangıcında dünyanın harap olacağını ihtar eder. Böyle bir anda insan ruhu, şu önemli işleri yapan Zat'ın dergahına durmayı, "Allah-u Ekber" diyerek fânî olan her şeyden el çekip O'na hamd etmeyi, O'nu tesbih etmeyi, büyüklüğünü bir daha haykırmayı şiddetle arzu eder. Hz. Peygamber de bu arzu ile çoğu zaman güneşin batmasından önce akşam namazını beklemeye başlar, ezan okunur okunmaz hemen Yüce Divan'a dururdu. Farz namazdan sonra Evvabin adıyla bilinen 2-6 rekat namaz kılar ve bunu tavsiye ederdi.7
Efendimiz (sav) akşam namazından sonra o gün hangi hanımının yanında kalacaksa diğer ev halkı oraya toplanır ve aile sohbeti başlardı. Hz. Peygamber'in aile yuvası, hem sağlığında hem de ahirete intikal ettikten sonra ilmî faaliyetlerin hiç duraksamadan devam ettiği bir ortam olmuştur. Zira Efendimiz'in vefatından sonra hanımları bu ilim faaliyetini daha geniş bir halkaya açarak devam ettirmişledir. İslam dininin genel olarak pek çok hükmünün yanında, özellikle kadınlarla ilgili bazı özel hükümlerin öğrenilip aktarılmasında ve öğretilmesinde Efendimiz'in aile hayatının büyük fonksiyonu olmuştur. Özellikle bu 'akşam sohbetleri'nin rolü küçümsenemez. Âdeta bir mektep gibi işleyen akşam sohbetleri, Hz. Âişe validemiz başta olmak üzere, birçok eşsiz alimin yetişmesine beşiklik etmiştir. Tabi sadece ilmî bahisler konuşulmuyordu; farklı çevre, kültür ve karaktere sahip ev halkı arasında ciddi bir muhabbet oluşuyor, birbirlerini daha iyi tanıyor, risalet görevinin tatlı ağırlığını Efendimiz'le beraber azaltmaya gayret ediyor, zaman zaman şakalaşıyor... kısacası mutlu bir ailede olması gereken ortamı sağlıyorlardı.
Yatsı
Yatsı vaktinde karanlık her tarafı kaplar, gündüz görünen şeyler âdeta yokluğa gömülür, sanki vefat etmiş insanın geriye kalan eşyası da arkasından vefat edip unutulur. İmtihan için verilen dünya hayatının bütünüyle sona erdiğinin bir göstergesi gibidir. Adeta mutlak tasarruf sahibi olan Allah'ın yüceliği, ülfet perdesine sık sık gömülen insanoğluna bir daha gösterilmektedir. Çünkü Allah (cc) gece ile gündüzü, kış ve yazı, dünya ve ahireti bir kitabın sayfaları gibi kolaylıkla çevirir, yazar, bozar, değiştirir. İşte aciz, zaif, muhtaç ve geleceği karanlık gören insan bu vakitte yatsı namazını kılarak, her şeye gücü yeten ve gerçek bir dost olan Allah'a yönelir, dayanır ve sığınır. O'nu unutan ve karanlığa gömülen dünyayı, o da unutup, dertlerini dergah-ı rahmete döker. Ayrıca ne olur ne olmaz, ölüme benzeyen uykuya dalmadan önce son ibadetini yapıp, günlük hesap defterini güzelliklerle kapatmak ister.
Hz. Peygamber de ashabına yatsı namazını kıldırır ve önemli bir durum olmazsa, kimseyle konuşmadan dinlenmeye çekilirdi. Uyumaya geçmeden önce dua ederdi. Bilindiği gibi O'nun hayatında dua pek büyük bir yere sahipti. Zira dua Kur'ân'ın ifadesiyle insanlığın değer ölçüsüdür. Hz. Aişe validemiz, O'nun yatmadan önce yaptığı dua ve uygulamayı şu şekilde anlatmaktadır: "Allah Rasûlü her gece yatağına girdiğinde iki elini birleştirir, onlara üfler, İhlas, Felak ve Nas sûrelerini okur, sonra da başından başlayarak, vücudunda ulaşabildiği her yere elini sürer ve bunu üç defa tekrar ederdi."8 Elbette bu konuda başka tavsiye ve uygulamaları da bulunmaktadır. Mesela Hz. Ali (ra) şunu rivayet etmektedir: "Allah Rasûlü bana ve Fatıma'ya şu tavsiyede bulundu: Yatağınıza girdiğinizde 33 defa 'Allah-u Ekber', 33 defa 'subhanellah', 33 defa (bir rivayette 34) 'elhamdulillah' deyin." Hz. Ali o günden sonra bunu hiç terk etmediğini söyleyince, bir zat "Sıffin günü de mi?" dedi, o "evet o gün bile..." cevabını verdi."9
Gece
Gece vakti ise, hem kışı, hem kabri, hem âlem-i berzahı hatırlatarak insan ruhunun Allah'ın rahmetine ne kadar muhtaç olduğunu hatırlatır. Dolayısıyla gece kılınacak teheccüd namazı, kabir gecesinde vef berzah karanlığında önümüzü aydınlatacak vazgeçilmez ışık kaynağımız olacaktır.
Efendimiz (sav) günün son dilimi olan gecelerini de engin bir ibadetle geçirmekteydi. Tafsilatını ilgili eserlere havale ederek Hz. Âişe validemizin bir müşahedesini nakletmek istiyoruz: "Peygamber Efendimiz (sav), gece ayakları şişene kadar namaz kılardı. Kendisine, "Ey Allah'ın Rasûlü! Allah, senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlamıştır.10 Buna rağmen ibadet konusunda niye kendini bu kadar zorluyorsun?" denilince, "Ben Allah'ın bu mağfiretine karşı şükreden bir kul olmayayım mı?" cevabını verirdi."11
Teheccüd namazından sonra bir süre dinlenir ve müezzinin nidasıyla sabah namazına kalkardı. Hz. Bilal imsakten önce ezan okur ve halkı hem sahur hem de teheccüde kaldırırdı. Hz. Abdullah b. Ümmi Mektum ise imsak vaktinin başlamasıyla ezan okur ve sabah namazının girdiğini bildirirdi.
Netice
Kainatın Efendisinin günlük hayatı çok değişik yönleriyle ele alınabilir. Ancak ne şekilde ele alınırsa alınsın, her yönüyle bütün insanlığa ışık olacak uygulama, tanzim ve sözlerle karşılaşılacaktır. Günlük hayatın adeta kabusa dönüştüğü bir dönemde, Efendimiz'in günlük hayatını tetkik eden ve kendisine dersler çıkaranlara ne mutlu.
Prof. Dr. Abdulhakim Yüce
Asr-ı Saadet ve sonraki dönemlerde günler daha çok cami etrafında ve namaz merkezli geçtiğinden, günü namaz vakitlerinin sayısınca beşe böldük. Efendimiz (sav) ve o çizgide gidenlerin hayatında gecenin ayrı bir önemi olduğundan onu da ayrı bir dilim olarak ekledik.
Sabah
Yeryüzünde günlük hayat sabah gün doğmadan başlar. Şebnemlerin oluşmasından, tomurcukların açılmasına; kuşların ötüşünden, nesimin esmesine varıncaya kadar hemen bütün varlık kendilerine mahsus dilleriyle gün doğmadan toplu bir zikir halkasına otururlar. İnsan da bu zikir halkasına, şuurlu bir şekilde iştirak eder ve başta namaz olmak üzere değişik zikir ve aktivitelerle güne başlar.
Efendimiz (sav) de güne sabah namazı ile başlardı. Âmâ bir sahabe olan Abdullah b. Ümmi Mektum'un okuduğu ezandan sonra1 Hz. Peygamber odasında sünneti kılar ve farzı kıldırmak üzere mescide çıkardı. Mescide gelemeyecek kadar ciddi mazeretleri olanlar dışında, Medine'de bulunan bütün Müslümanlar her farz namazı Efendimiz'in arkasında kılmaya gayret ederlerdi.
Namazdan sonra her gün, güneş belli bir yüksekliğe çıkıncaya kadar önce tesbihatını ve o vakte ait mutad evradını yapar, sonra yüzünü ashabına dönerek bağdaş kurar ve ashabıyla sohbet ederdi. Bu sohbetler sırasında gündelik konulardan, tarihi hatıralara, rüya tabirlerinden, imana hizmet konularına, sorulara cevap vermekten, sıkıntısı olanların sıkıntısını gidermeye varıncaya kadar beşeriyetin gereği olan birçok mesele konuşuluyordu. Yani ibadet halkasından hemen sonra tam bir ilim ve irfan halkası kuruluyordu.2 Yıllarca, her günün en verimli vaktinde ve en az bir saat süren 'Peygamber Sohbeti' kişiye neler kazandırır, her halde onu ancak yaşayanlar bilir. Sahabenin üstünlüğü de burada aranmalıdır.
Kuşluk namazı kılındıktan sonra oradan bir yere gidilmeyecekse Efendimiz (sav) eve döner ve evde yiyecek bir şey olup olmadığını sorardı. Şayet yiyecek bir şey varsa kahvaltı yapar yoksa "öyle ise oruçluyum"3 der o günü oruçlu geçirirdi. "Bir şey var" denildiği zamanlarda var olan şey genelde süt, hurma, bir kaç dilim kuru arpa ekmeği vb. şeylerdi. Yani evlerinde ne bulurlarsa onu yerler, yemekler arasında ayırım yapmazlardı.
Efendimiz'in hayatında yemek işi, günümüzde olduğu gibi hayatın merkezinde yer almıyor, gündelik hayat yemek öğünlerine göre şekillenmiyor, yemek için fazla zaman harcanmıyor, yemek olmadığı zaman problem yapılmıyor, mükellef sofralar kurulmuyor, sohbetlerde sürekli yemek çeşitlerinden söz edilmiyor, daha güzel bir yemek için kilometrelerce yol kat edilmiyor, yıllık yiyecek hesabı yapılıp depolanmıyor, yemek masası kurulmuyor vs. Durum böyle olunca da, günümüzün tam aksine, diğer önemli şeylere daha çok vakit ve para ayrılıyordu.
Hz. Peygamber öğleden önce bir süre dinlenirdi. Gece ibadet ve benzeri faaliyetlerle uğraşıldığı için yeterince dinlenememek, iş yoğunluğu ve stresten ötürü dikkatin dağılması, bedenin yorulması ve sıcak iklim şartlarından ötürü, gecenin yanı sıra bir de gündüz uyuyup dinlenme söz konusudur. İslami, literatürde buna kaylule denilmektedir. Türkçemizde buna öğle uykusu veya öğle öncesi uyku demek mümkündür.
Öğle
Öğle, gündüzün kemale erip zevale meylettiği, günlük işlerin belli bir seviyeye getirildiği, iş yoğunluğundan uzaklaşarak kısa bir dinlenmeğe ihtiyaç duyulduğu, fânî dünyanın geçici ve ağır işlerinin verdiği gaflet ve yorgunluktan ruhun teneffüse ihtiyaç hissettiği bir zamandır. İnsan ruhu, bu sıkıcı atmosferden kurtulmak, Yüce Rabbinin huzuruna çıkıp el bağlayarak nimetlerine şükür ve hamd edip yardım dilemek, celal ve azametine karşı rükû ve secde ile aczini ortaya koymak üzere öğle namazını kılmaya büyük bir heves ve ihtiyaç duyar. Hele bu namaz Efendimiz (sav)'in arkasında kılınacaksa...
Evet, Hz. Peygamber, büyük bir iştiyakla camiye koşan ashabına gün ortasında öğle namazını kıldırırdı. Eğer o gün haftanın Cuma günü ise bambaşka bir coşku ile yani bayram havasında namaza hazırlanılırdı. Tırnaklar kesilir, banyo yapılır, yeni elbiseler giyilir, kokular sürülür, her günden daha erken camiye gidilir, Efendimiz'in hutbesine kulak verilir ve ardından da namaz kılınırdı. Özellikle bu namaza çocuk ve kadınlar diğer vakitlere nazaran daha çok iştirak ederlerdi.
Kaynaklarımızda düzenli bir şekilde yenilen öğle yemeğinden söz edilmemektedir. Fıtır sadakası veya bazı keffaretlerin miktarı belirlenirken günde iki öğün üzerinden hesaplanması gösteriyor ki, sabah ve akşam yemeklerine ek olarak üçüncü bir öğün bulunmamaktadır. Böylece, sabah kahvaltısını sahurda yiyen kişinin günlerini ne kadar kolay bir şekilde oruçlu geçirebileceği de daha iyi anlaşılmaktadır. Aslında günümüzde de iki öğünle yetinmek hem zaman kazanma, hem bütçe dengeleri, hem de sağlık açısından tavsiyeye şayan olmanın ötesinde uyulması gereken bir sünnettir. Elbette şeker hastalığı vb. durumlar istisnadır.
Hz. Peygamber zaman zaman ashabına ziyaretlerde bulunur, gündelik meşgalelerini deruhte eder, devlet başkanı olarak kamuyu ilgilendiren işlere bakar, nazil olan âyetleri vahiy katiplerine yazdırır, hemen yerine getirilmesi gereken emirler varsa bunları bir münadi vasıtasıyla halka duyurur ve gelen misafirlerle ilgilenirdi. Mesela hicretin sekizinci yılından itibaren yoğun bir elçiler ziyareti yaşanmıştır. Günün bir bölümü bu elçileri karşılama, ağırlama, soru ve isteklerine cevap verme ve uğurlama ile geçmekteydi.
İkindi
İkindi günlük işlerin sona ermeye başladığı, gün içinde mazhar olduğumuz sağlık, selamet ve hayırlı hizmet gibi ilahî nimetlerin meyvesinin alındığı zamandır.
Efendimiz (sav) de bu namaza, Kur'ân'ın işareti4 ile âdeta ayrı bir değer verir ve Hz. Bilal'in yanık sesiyle ashabını camiye davet ederdi. İkindi vaktı mümini koruma-kollama ile görevli gece ve gündüz meleklerinin nöbet devir anlarından biri olduğu bilindiği için de, namaz sonrası tesbihat daha uzun tutulurdu. Nitekim bir hadis-i şerifte konu şu şekilde anlatılmaktadır: "Gece bir grup, gündüz de bir grup melek yanınızda olurlar. Bunlar sabah ve ikindi namazları vaktinde bir araya gelir ve nöbet değişimi yaparlar. Rableri namaz kılmış kullarının hallerini en iyi bildiği halde, yine o meleklere: ‘Kullarımı ne halde bıraktınız?' diye sorar. Onlar da: 'Biz onları namaz kılar halde bıraktık ve yanlarına da namaz kılarken varmıştık', derler."5
Efendimiz'in pek terk etmediği bir âdeti vardı: Her ikindi namazından sonra hanımlarını dolaşır, onların hal ve hatırlarını sorar, ihtiyaçlarını tesbit ederdi. Bu mutad ziyaretlerinde Evzac-ı Tahiratın her biri yanlarında bulunanlardan Efendimiz'e ikram ederlerdi.6
Akşam
Akşam vakti, güz mevsiminin sonunda pek çok canlının ölmesine benzer şekilde, hem insanın bir gün vefat edeceğini, hem de kıyametin başlangıcında dünyanın harap olacağını ihtar eder. Böyle bir anda insan ruhu, şu önemli işleri yapan Zat'ın dergahına durmayı, "Allah-u Ekber" diyerek fânî olan her şeyden el çekip O'na hamd etmeyi, O'nu tesbih etmeyi, büyüklüğünü bir daha haykırmayı şiddetle arzu eder. Hz. Peygamber de bu arzu ile çoğu zaman güneşin batmasından önce akşam namazını beklemeye başlar, ezan okunur okunmaz hemen Yüce Divan'a dururdu. Farz namazdan sonra Evvabin adıyla bilinen 2-6 rekat namaz kılar ve bunu tavsiye ederdi.7
Efendimiz (sav) akşam namazından sonra o gün hangi hanımının yanında kalacaksa diğer ev halkı oraya toplanır ve aile sohbeti başlardı. Hz. Peygamber'in aile yuvası, hem sağlığında hem de ahirete intikal ettikten sonra ilmî faaliyetlerin hiç duraksamadan devam ettiği bir ortam olmuştur. Zira Efendimiz'in vefatından sonra hanımları bu ilim faaliyetini daha geniş bir halkaya açarak devam ettirmişledir. İslam dininin genel olarak pek çok hükmünün yanında, özellikle kadınlarla ilgili bazı özel hükümlerin öğrenilip aktarılmasında ve öğretilmesinde Efendimiz'in aile hayatının büyük fonksiyonu olmuştur. Özellikle bu 'akşam sohbetleri'nin rolü küçümsenemez. Âdeta bir mektep gibi işleyen akşam sohbetleri, Hz. Âişe validemiz başta olmak üzere, birçok eşsiz alimin yetişmesine beşiklik etmiştir. Tabi sadece ilmî bahisler konuşulmuyordu; farklı çevre, kültür ve karaktere sahip ev halkı arasında ciddi bir muhabbet oluşuyor, birbirlerini daha iyi tanıyor, risalet görevinin tatlı ağırlığını Efendimiz'le beraber azaltmaya gayret ediyor, zaman zaman şakalaşıyor... kısacası mutlu bir ailede olması gereken ortamı sağlıyorlardı.
Yatsı
Yatsı vaktinde karanlık her tarafı kaplar, gündüz görünen şeyler âdeta yokluğa gömülür, sanki vefat etmiş insanın geriye kalan eşyası da arkasından vefat edip unutulur. İmtihan için verilen dünya hayatının bütünüyle sona erdiğinin bir göstergesi gibidir. Adeta mutlak tasarruf sahibi olan Allah'ın yüceliği, ülfet perdesine sık sık gömülen insanoğluna bir daha gösterilmektedir. Çünkü Allah (cc) gece ile gündüzü, kış ve yazı, dünya ve ahireti bir kitabın sayfaları gibi kolaylıkla çevirir, yazar, bozar, değiştirir. İşte aciz, zaif, muhtaç ve geleceği karanlık gören insan bu vakitte yatsı namazını kılarak, her şeye gücü yeten ve gerçek bir dost olan Allah'a yönelir, dayanır ve sığınır. O'nu unutan ve karanlığa gömülen dünyayı, o da unutup, dertlerini dergah-ı rahmete döker. Ayrıca ne olur ne olmaz, ölüme benzeyen uykuya dalmadan önce son ibadetini yapıp, günlük hesap defterini güzelliklerle kapatmak ister.
Hz. Peygamber de ashabına yatsı namazını kıldırır ve önemli bir durum olmazsa, kimseyle konuşmadan dinlenmeye çekilirdi. Uyumaya geçmeden önce dua ederdi. Bilindiği gibi O'nun hayatında dua pek büyük bir yere sahipti. Zira dua Kur'ân'ın ifadesiyle insanlığın değer ölçüsüdür. Hz. Aişe validemiz, O'nun yatmadan önce yaptığı dua ve uygulamayı şu şekilde anlatmaktadır: "Allah Rasûlü her gece yatağına girdiğinde iki elini birleştirir, onlara üfler, İhlas, Felak ve Nas sûrelerini okur, sonra da başından başlayarak, vücudunda ulaşabildiği her yere elini sürer ve bunu üç defa tekrar ederdi."8 Elbette bu konuda başka tavsiye ve uygulamaları da bulunmaktadır. Mesela Hz. Ali (ra) şunu rivayet etmektedir: "Allah Rasûlü bana ve Fatıma'ya şu tavsiyede bulundu: Yatağınıza girdiğinizde 33 defa 'Allah-u Ekber', 33 defa 'subhanellah', 33 defa (bir rivayette 34) 'elhamdulillah' deyin." Hz. Ali o günden sonra bunu hiç terk etmediğini söyleyince, bir zat "Sıffin günü de mi?" dedi, o "evet o gün bile..." cevabını verdi."9
Gece
Gece vakti ise, hem kışı, hem kabri, hem âlem-i berzahı hatırlatarak insan ruhunun Allah'ın rahmetine ne kadar muhtaç olduğunu hatırlatır. Dolayısıyla gece kılınacak teheccüd namazı, kabir gecesinde vef berzah karanlığında önümüzü aydınlatacak vazgeçilmez ışık kaynağımız olacaktır.
Efendimiz (sav) günün son dilimi olan gecelerini de engin bir ibadetle geçirmekteydi. Tafsilatını ilgili eserlere havale ederek Hz. Âişe validemizin bir müşahedesini nakletmek istiyoruz: "Peygamber Efendimiz (sav), gece ayakları şişene kadar namaz kılardı. Kendisine, "Ey Allah'ın Rasûlü! Allah, senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlamıştır.10 Buna rağmen ibadet konusunda niye kendini bu kadar zorluyorsun?" denilince, "Ben Allah'ın bu mağfiretine karşı şükreden bir kul olmayayım mı?" cevabını verirdi."11
Teheccüd namazından sonra bir süre dinlenir ve müezzinin nidasıyla sabah namazına kalkardı. Hz. Bilal imsakten önce ezan okur ve halkı hem sahur hem de teheccüde kaldırırdı. Hz. Abdullah b. Ümmi Mektum ise imsak vaktinin başlamasıyla ezan okur ve sabah namazının girdiğini bildirirdi.
Netice
Kainatın Efendisinin günlük hayatı çok değişik yönleriyle ele alınabilir. Ancak ne şekilde ele alınırsa alınsın, her yönüyle bütün insanlığa ışık olacak uygulama, tanzim ve sözlerle karşılaşılacaktır. Günlük hayatın adeta kabusa dönüştüğü bir dönemde, Efendimiz'in günlük hayatını tetkik eden ve kendisine dersler çıkaranlara ne mutlu.
Prof. Dr. Abdulhakim Yüce
Dini yükseltmek mi, Din ile yükselmek mi?
Hz. İsa (a.s)’a izâfe edilen o meşhur sözden hepimiz haberdarız: “Dar kapıyı tercih ediniz.”
Sözün aslını araştırmak yerine, mazmununa bakmayı yeğleyenlerin bugüne dâir dersler çıkarabilecekleri bir uyarı bu…
Neden özellikle ‘bugüne dair’ dedim?
Çünkü sağıma-soluma ve daha önce kendime bakıyor, hep bir ‘geniş kapı’ arayışı içinde olduğumuzu müşahede ediyorum.
Bedel ödemekten kaçışın bu ölçüde yaygınlaşması size de bir tehlikenin eşiğinde olduğumuz kaygısını ilhâm etmiyor mu?
Zora değil, kolaya talip olanların her geçen gün safları daha da sıklaştırıyor oluşundan siz de endişe etmiyor musunuz?
Yaşlı dünyanın türlü türlü içtimâî buhranlarla sarsıldığı şu ‘son kavşakta’, küresel bir sömürü düzeninin mağduru olmuş beşere çıkış yolu sunabilecek yegâne nizamın temsilcisi müslümanların, ithal söylemlere râm olmaları sizin de vicdanınızı burkmuyor mu?
Kendi dinamikleri üzerinden bir alternatif üretmesi gerekirken, -sorunun bizâtihi menşei olduğunu bile bile- mevcut düzen çerçevesinde çözüm arayışına giren ehl-i dini gördükçe ümidiniz aşınmıyor mu?
Yaka paça olma zorluğundan imtina ettiği sistemi, bir parçası hâline gelerek değiştirebileceğini düşünen dindarların varlığı, kafanızda soru işaretleri oluşturmuyor mu?
*
Geniş kapıyı ihtiyâr ettiğimizin veya kolaycılığa demir attığımızın sayısız tezâhürü var.
Mevcut yapıdan ve gidişattan rahatsız gibi görünüyoruz ama biraz eşeleyince, esas problemimizin sistemle değil, sistemin merkezinde yer alamayışımızla ilgili olduğu tebârüz ediyor.
Zor olanı yapıp çağın putlarına kafa tutacağımıza, kolay olanı seçip ‘uzlaşma türküleri’ söylüyoruz.
Cârî düzeni bir veri olarak kabulleniyor, üzerinde hareket ettiğimiz zemini sorgulamaya yanaşmıyoruz.
Bu yaklaşım tarzının daha çok iş yaptığına iman ettiğimiz için, küresel dayatmalara meydan okuyan ve “Bu yol, yol değil!” diyen hayırhahlarımızı duymazdan geliyoruz.
Belirlediği sınırların dışına çıkarak söz söyleyenlere hakk-ı hayat tanımadığını gördüğümüz kurulu düzenin, bizi neden baş tâcı ettiği sorusu üzerinde nedense kafa yormuyoruz.
Belki de bu ‘işimize geliyor.’
Çünkü biz, ‘zoru’ sevmiyoruz.
Dönüştürme parolasıyla yola çıktığımız halde hızla dönüşüyor olduğumuzun farkına varamıyoruz.
‘Garib’liğe iltifat etmiyoruz.
İflah olmaz bir oportünizmin bizi sonuca ulaştıracağından şüphe etmediğimiz için, ‘dün öyle, bugün böyle’ görünmeyi meziyet sayıyoruz.
Bizi zâhiren muvaffak kıldığı için, ilkesizliği ilke edinmekten rahatsız olmuyoruz.
Zulme itirazı lügatlerimizden çıkardığımız için, bize ve ‘kudsî dâvâmıza’ dokunmayan her yılanı ‘mâsum’ addediyoruz.
Ve her bir araya gelişimizde birbirimize ‘çalıyı dolaşmanın’ tahşidâtını yapıyoruz.
*
Söylemlerimizle kendimizi zor duruma düşürmeme konusu üzerinde de titizlikle duruyoruz.
Kendimizi ve kilitlendiğimiz hedefimizi merkeze aldığımız için, hakikati eğip bükmeyi strateji olarak olumluyoruz.
Güçlüyle didişmeyi sevmediğimiz için takiyyeden medet umuyoruz.
Herkese mavi boncuk dağıtıyor, fırsatını düşürdükçe muhataplarımıza “Yok birbirimizden farkımız!” bayağılığını pompalıyoruz.
‘Bazen öyle, bazen böyle’ olmayı yaşam tarzı hâline getiriyoruz.
İzah edemeyeceğimiz hükümlere yok muâmelesi yapıyor, böylece çağın egemenlerinin hışmından emin olarak yolumuza devam ediyoruz.
Maddî cihadı lügatlerden çıkardığımızdan, kimse bizim ‘kalemle cihadımızdan’ huylanmıyor.
‘Dinin devlet talebi olmadığı’ tekerlemesini dilimize doladığımızdan, ‘liberal cemaat’ bizi bağrına basmaktan yüksünmüyor.
Ahkâma, “Bu devirde de bu olur muymuş canım!” bayağılığıyla yaklaştığımızdan, düzenin iplerini elinde bulunduranlar, varlığımızdan rahatsız olmuyor.
*
Bunun yanında…
“En büyük hilenin hilesizlik olduğunu” unutuyor, müslümanların tümünü zan altında bırakacak ucuz uyanıklıklara tevessül ediyoruz.
Amaçlar gibi araçların da meşrû olması gerektiğine dâir vurgu, sözlerimizi aşıp hayatlarımıza nüfuz edemiyor.
Yalanla dolanla iş yapıyor; kul hakkını hatırlatanlara, ‘hasım cephenin de aynı hilelere müracaat ettiğini’ söyleyerek mukabele ediyoruz.
Değiştirmeye talip olduğumuz anlayışın, zamanla içimizde kök saldığını fark edemiyoruz.
İlkeli ve dürüst olup zoru başaracağımıza, duruma ayak uydurup elimizi rahatlatıyoruz.
Elimizin altındakilere ‘her hal ve şartta ahde vefa’ propagandası yapıyor; kendi ihlâllerimizi yüzümüze çarpanlara da, pişkince ‘savaşın hile olduğundan’ söz ediyoruz.
*
Peki, ne yapılmalı?
Tesir edip etmeyeceğini bilmem ama birileri bize dar kapıdan da geçilebildiğini göstermeli…
Belki “Yeryüzündekilerin çoğunluğuna uyarsan, seni Allah yolundan saptırırlar.” (el-En’am; 6/116) fermân-ı Sübhânîsini nazara verip, ‘yeryüzündekilerin çoğunun’ geniş kapıdan geçmek üzere kuyrukta olduğunu bildirmeli…
Ve bize dâvâ adamı olmanın hakkıyla müslüman olmaktan, hakkıyla müslüman olmanın da önce kelimenin tam anlamıyla ‘insan’ olmaktan geçtiğini hatırlatmalı…
Bir de, dini yükseltmekle, dinin omuzlarına basarak yükselmek arasındaki farkı idrâk edebilmemiz için şunları yeniden gündemimize sokmalı:
“Verdiğiniz sözü yerine getirin; çünkü verilen sözde muhakkak bir sorumluluk vardır.” (el-İsrâ; 17/34)
{Huzeyfe İbnu’l Yeman (ra) dedi ki: "Benim Bedr’e katılmama mâni olan şey şudur: Ben ve babam el-Hüseyl ikimiz beraber yola çıkmıştık. Kureyş kâfirleri bizi tuttular ve: "Siz muhakkak Muhammed`in yanına gitmek istiyorsunuz!" dediler. Biz de: "Hayır, ona gitmiyoruz, Medine’ye gitmek istiyoruz!" dedik. Bunun üzerine bizden, Muhammed`in safında yer alıp beraber savaşmayacağımız hususunda Allah’a ahd ve misak aldılar. Biz Medine’ye gelince, durumu Resulullah’a (a.s.m) arz ettik. "Haydi gidin. Biz onlara verdiğiniz sözü tutar, onlara karşı Allah`tan yardım dileriz!" buyurdular.} (Müslim, Cihad 98) [1]
Murat Türker
Sözün aslını araştırmak yerine, mazmununa bakmayı yeğleyenlerin bugüne dâir dersler çıkarabilecekleri bir uyarı bu…
Neden özellikle ‘bugüne dair’ dedim?
Çünkü sağıma-soluma ve daha önce kendime bakıyor, hep bir ‘geniş kapı’ arayışı içinde olduğumuzu müşahede ediyorum.
Bedel ödemekten kaçışın bu ölçüde yaygınlaşması size de bir tehlikenin eşiğinde olduğumuz kaygısını ilhâm etmiyor mu?
Zora değil, kolaya talip olanların her geçen gün safları daha da sıklaştırıyor oluşundan siz de endişe etmiyor musunuz?
Yaşlı dünyanın türlü türlü içtimâî buhranlarla sarsıldığı şu ‘son kavşakta’, küresel bir sömürü düzeninin mağduru olmuş beşere çıkış yolu sunabilecek yegâne nizamın temsilcisi müslümanların, ithal söylemlere râm olmaları sizin de vicdanınızı burkmuyor mu?
Kendi dinamikleri üzerinden bir alternatif üretmesi gerekirken, -sorunun bizâtihi menşei olduğunu bile bile- mevcut düzen çerçevesinde çözüm arayışına giren ehl-i dini gördükçe ümidiniz aşınmıyor mu?
Yaka paça olma zorluğundan imtina ettiği sistemi, bir parçası hâline gelerek değiştirebileceğini düşünen dindarların varlığı, kafanızda soru işaretleri oluşturmuyor mu?
*
Geniş kapıyı ihtiyâr ettiğimizin veya kolaycılığa demir attığımızın sayısız tezâhürü var.
Mevcut yapıdan ve gidişattan rahatsız gibi görünüyoruz ama biraz eşeleyince, esas problemimizin sistemle değil, sistemin merkezinde yer alamayışımızla ilgili olduğu tebârüz ediyor.
Zor olanı yapıp çağın putlarına kafa tutacağımıza, kolay olanı seçip ‘uzlaşma türküleri’ söylüyoruz.
Cârî düzeni bir veri olarak kabulleniyor, üzerinde hareket ettiğimiz zemini sorgulamaya yanaşmıyoruz.
Bu yaklaşım tarzının daha çok iş yaptığına iman ettiğimiz için, küresel dayatmalara meydan okuyan ve “Bu yol, yol değil!” diyen hayırhahlarımızı duymazdan geliyoruz.
Belirlediği sınırların dışına çıkarak söz söyleyenlere hakk-ı hayat tanımadığını gördüğümüz kurulu düzenin, bizi neden baş tâcı ettiği sorusu üzerinde nedense kafa yormuyoruz.
Belki de bu ‘işimize geliyor.’
Çünkü biz, ‘zoru’ sevmiyoruz.
Dönüştürme parolasıyla yola çıktığımız halde hızla dönüşüyor olduğumuzun farkına varamıyoruz.
‘Garib’liğe iltifat etmiyoruz.
İflah olmaz bir oportünizmin bizi sonuca ulaştıracağından şüphe etmediğimiz için, ‘dün öyle, bugün böyle’ görünmeyi meziyet sayıyoruz.
Bizi zâhiren muvaffak kıldığı için, ilkesizliği ilke edinmekten rahatsız olmuyoruz.
Zulme itirazı lügatlerimizden çıkardığımız için, bize ve ‘kudsî dâvâmıza’ dokunmayan her yılanı ‘mâsum’ addediyoruz.
Ve her bir araya gelişimizde birbirimize ‘çalıyı dolaşmanın’ tahşidâtını yapıyoruz.
*
Söylemlerimizle kendimizi zor duruma düşürmeme konusu üzerinde de titizlikle duruyoruz.
Kendimizi ve kilitlendiğimiz hedefimizi merkeze aldığımız için, hakikati eğip bükmeyi strateji olarak olumluyoruz.
Güçlüyle didişmeyi sevmediğimiz için takiyyeden medet umuyoruz.
Herkese mavi boncuk dağıtıyor, fırsatını düşürdükçe muhataplarımıza “Yok birbirimizden farkımız!” bayağılığını pompalıyoruz.
‘Bazen öyle, bazen böyle’ olmayı yaşam tarzı hâline getiriyoruz.
İzah edemeyeceğimiz hükümlere yok muâmelesi yapıyor, böylece çağın egemenlerinin hışmından emin olarak yolumuza devam ediyoruz.
Maddî cihadı lügatlerden çıkardığımızdan, kimse bizim ‘kalemle cihadımızdan’ huylanmıyor.
‘Dinin devlet talebi olmadığı’ tekerlemesini dilimize doladığımızdan, ‘liberal cemaat’ bizi bağrına basmaktan yüksünmüyor.
Ahkâma, “Bu devirde de bu olur muymuş canım!” bayağılığıyla yaklaştığımızdan, düzenin iplerini elinde bulunduranlar, varlığımızdan rahatsız olmuyor.
*
Bunun yanında…
“En büyük hilenin hilesizlik olduğunu” unutuyor, müslümanların tümünü zan altında bırakacak ucuz uyanıklıklara tevessül ediyoruz.
Amaçlar gibi araçların da meşrû olması gerektiğine dâir vurgu, sözlerimizi aşıp hayatlarımıza nüfuz edemiyor.
Yalanla dolanla iş yapıyor; kul hakkını hatırlatanlara, ‘hasım cephenin de aynı hilelere müracaat ettiğini’ söyleyerek mukabele ediyoruz.
Değiştirmeye talip olduğumuz anlayışın, zamanla içimizde kök saldığını fark edemiyoruz.
İlkeli ve dürüst olup zoru başaracağımıza, duruma ayak uydurup elimizi rahatlatıyoruz.
Elimizin altındakilere ‘her hal ve şartta ahde vefa’ propagandası yapıyor; kendi ihlâllerimizi yüzümüze çarpanlara da, pişkince ‘savaşın hile olduğundan’ söz ediyoruz.
*
Peki, ne yapılmalı?
Tesir edip etmeyeceğini bilmem ama birileri bize dar kapıdan da geçilebildiğini göstermeli…
Belki “Yeryüzündekilerin çoğunluğuna uyarsan, seni Allah yolundan saptırırlar.” (el-En’am; 6/116) fermân-ı Sübhânîsini nazara verip, ‘yeryüzündekilerin çoğunun’ geniş kapıdan geçmek üzere kuyrukta olduğunu bildirmeli…
Ve bize dâvâ adamı olmanın hakkıyla müslüman olmaktan, hakkıyla müslüman olmanın da önce kelimenin tam anlamıyla ‘insan’ olmaktan geçtiğini hatırlatmalı…
Bir de, dini yükseltmekle, dinin omuzlarına basarak yükselmek arasındaki farkı idrâk edebilmemiz için şunları yeniden gündemimize sokmalı:
“Verdiğiniz sözü yerine getirin; çünkü verilen sözde muhakkak bir sorumluluk vardır.” (el-İsrâ; 17/34)
{Huzeyfe İbnu’l Yeman (ra) dedi ki: "Benim Bedr’e katılmama mâni olan şey şudur: Ben ve babam el-Hüseyl ikimiz beraber yola çıkmıştık. Kureyş kâfirleri bizi tuttular ve: "Siz muhakkak Muhammed`in yanına gitmek istiyorsunuz!" dediler. Biz de: "Hayır, ona gitmiyoruz, Medine’ye gitmek istiyoruz!" dedik. Bunun üzerine bizden, Muhammed`in safında yer alıp beraber savaşmayacağımız hususunda Allah’a ahd ve misak aldılar. Biz Medine’ye gelince, durumu Resulullah’a (a.s.m) arz ettik. "Haydi gidin. Biz onlara verdiğiniz sözü tutar, onlara karşı Allah`tan yardım dileriz!" buyurdular.} (Müslim, Cihad 98) [1]
Murat Türker
Said Nursî kim değildir?
1. Said Nursî "çağın yetiştirdiği adam" değildir. Çağın bütün şartları aleyhinde olduğu halde dik durmuş, diri ve diriltici olmuştur. Ne iktidardan medet ummuştur ne de çoğunluk peşinde koşmuştur. Yazdıkları cezaevi hücrelerinde sigara kâğıtlarına gizlice yazılmış,okuma yazma bilmeyen köylüler tarafından da aşkla çoğaltılmış ve okunmuştur. "Çağa rağmen yetişmiş" ve "çağı yetiştiren" adamdır.
2. Said Nursî "dindar" değildir. "Dindarlık" dine dışarıdan bakanların icat ettiği bir tanımdır. "Dinin emir ve gereklerini yerine getirmede başkalarına göre daha ileri giden"leri tanımlamak için kullanılır. Oysa "din" "Allah'a borçluluk bilinci"dir, "Alemlerin Rabbinin kendisine her an yapmakta olduğu sayısız iyiliklere şükürle karşılık verme aşkı"dır. Bu bilinç ve aşk dışarıdan gözlenemez; ölçülemez. Açığı ya da koyusu olmaz. Bu bilinçle ve bu aşkla yaşamak adam olmanın standardıdır. İyiliğe karşı nankörlük etmeyi, borcunu inkâr edecek denli duyarsız olmayı "adam"lık diye tarif edenlerin biraz daha "koyusu", az daha sofusu değildir "dini yaşayanlar"; yani dindar değildirler. Said Nursî, "ben dindar bir cumhuriyetçiyim" sözünü mahkemede savunması sırasında söyledi. Sözde cumhuriyetçilerin anlayacağı dil üzerinden konuştu, o kadar. Eserlerinde "dinimiz bunu gerektirir", "nitekim dinimiz emreder ki.." yollu bir hitap ve üslup bulunmaz.
3. Said Nursî "din adamı" değildir. "Din adamlığı" ruhbaniyetin bir şekilde uygulandığı, dini yaşamanın bir "iş" haline getirildiği toplumlarda vardır. Din adamlarının özel kıyafetleri, özel statüleri vardır ve özel bir sınıftan gelirler. Kilise ve havralarda rahip ve hahamlar özel kıyafetleriyle, İran'ın Kum şehrinde "molla"lar ancak kendilerinin giyebildiği siyah ya da beyaz sarıklar ve rüzgârda salınan pelerinleriyle bir "din adamı"dır. Diyanet İşleri Başkanlığı kıyafeti, imama özel cübbe ve sarık diye bir şey yoktu eskilerde. Peygamberimiz (asm) arkadaşları arasında bir ziyaretçinin "hanginiz Muhammed?" diye sormak zorunda kalacağı kadar "sıradan"dı. Ne özel postu vardı ne pelerini vs. Din, din adamlarının mesleğidir. Özel rütbeleri ve özel mekânları da vardır. Bir takım ayrıcalıkları ve dokunulmazlıkları olur. Ne özel kıyafetlidir Said Nursî ne özel bir sınıftan, soydan geldiğini vurgular. Hayatın ortasında acıkan, üşüyen, öfkelenen, seven, gerekirse savaşan bir "adam"dır sadece. "Din adamı" değil, "dinin adamı"dır. "Allah'a karşı borçluluk bilinci"ni iliklerine kadar hisseden bir "insan"dır sadece. "Namaz kılmak iyidir ama her gün beşer defa olduğundan bitmiyor, usanç veriyor" diyen bir adam için (yani en başta benim ve bu makaleyi okuyan herkes için) "empati" kuracak kadar kalenderdir. "Namaz farzdır, kılacaksın!" şeklindeki üstenci tutum ve tavrı hiçbir alanda göstermemiştir.
4. Said Nursî "din âlimi" değildir. "Din bilginliği" yenilerde türetilmiş seküler bir sınıflandırmadır. Dine göre yaşamayı hayatın özel bir alanına öteleyen, bazılarının özel hobisine indirgeyen bir tanımlamadır. Din yaşamak içindir.Yaşamak ise herkese düşer. Kur'ân'a muhatap olmak herkesin işidir. Vahyin iniş üssü haline getirilebilecek akıl herkeste vardır. Dinî konularda bazılara bazılarından daha çok şey bilebilir. Olsa olsa bu "din âlimliği" diye tarif edilebilir. Allah'a borçlu olarak yaşamak ise kimsenin uzmanlığına bırakılacak kadar karmaşık değildir. İyilik karşısında mahcup olmak özel bir ilgi alanı olacak kadar seçmeli bir iş değildir. Allah'a karşı borçlu olma sırrının farkına varmak, adamı "âlim" eyler, "bilgin" kılar. Said Nursî, işte bu yüzden "din âlimi" değil, "âlim"dir, "bilge"dir. Güllerin soluşuna üzülecek kadar, vahşi hayvanların sesine alışacak kadar hayatın içindedir. Kalbinin sonsuzluk sevdasını hissedip yazacak denli, ihtiyarlığın hüzünlerini ve hastaların acılarını görecek kadar özüne iner varlığın. Söyledikleri "dinî konular"la sınırlı değildir. Nefsi olan, kalbi olan, gökleri gören, ölüme üzülen, denizleri seven, güllere meftun herkese söyler sözünü. Söylediği ancak "din adamları"nın uzmanlık sahasına giren "dinî" detaylar değildir. Varlığın dilini çözer Said Nursî. Varoluşa dair konuşur.
5. Said Nursî, "şeyh" değildir. Ömrü boyunca yanındaki herkese, her öğrencisine "kardeşim" diye hitap etmiştir. Hiçbir talebesiyle "şeyh-mürid" ilişkisi içinde olmamıştır. Bu konuda "İhlas ve Uhuvvet Risalelerini meraklısı okuyabilir.
6. Said Nursî "milliyetçi" değildir. Bir insanın soyu üzerinden yüceltilmesini ya da yerilmesini her "akıl sahibi" olmak üzerine farz olan her "iman ehli" gibi esastan ve usûlden reddetmiştir. Türkiye'de Türk ırkı üzerinden üretilen ve sistematikleştirilen rejim ırkçılığına kendisi Kürt olduğu için değil mümin olduğu için karşı durmaktadır. Kürt olduğu için Türkçülüğe karşı çıkanlar, Kürt oldukları için Kürtçülük yapmayı hak görürler kendilerine... Said Nursî'nin "açılımcı görüşleri" Kürt halkı hatırına değil, Kur'ân'ın hatırınadır. Birilerinin sandığı gibi "müsbet milliyetçiliği" de önermiş değildir. Sadece bu zamanda milliyetçilik fikri üzerinden zevklenen ve nemalanan kişi ve grupların, soya yükledikleri yücelikten devşirdikleri lezzeti, Allah'a kul olma lezzetine şefkatli bir üslupla dönüştürmeyi hedefleyen bir dil kullanmıştır. Yani "müsbet milliyetçilik" Said Nursî'ye "terk edilen milliyetçilik"tir. En olumlu ırkçılık, öldürülen ırkçılıktır.
7. Said Nursî, Said Nursî'ci değildir. Hatıraları ve menkıbeleriyle özlenecek, kerametleri ve kahramanlıkları ile anılacak bir tarihsel figüre indirgenemez. Said Nursî'nin hatıraları, en meraklısını bile tatmin edecek ayrıntılarıyla Risâle-i Nur'dadır. Bizzat kendisi tarafından yazılmıştır. Yakın tarihte yaşamış hiç kimsenin hayatı hem de kendi kaleminden içinin sesini yansıtacak berraklıkta, hüzünlerinin ve sevinçlerinin her kıpırtısını satırlara akıtacak şeffaflıkta yazılmış değildir. Dolayısıyla, Said Nursî bir arkeolojik kazı konusu yapılmayacak kadar orta yerde ve diridir. Son Şahitler gibi tarihsel çalışmalar da, ancak Said Nursî'nin kişiliğinin yansıdığı aynalar gözüyle okunabilir, okunmalı. Kerameti ve kahramanlığı üzerinden Said Nursî'cilik yapılmasına da ihtiyaç duymaz Said Nursî; hayatı hece hece herkesin elinin altındadır. Söylediklerinin ve söyleyeceklerinin hepsi hemen şimdi ve burada anlaşılır olarak okunabilir niteliktedir. Risale-i Nur'u okuyan herkes şimdi ve burada Said Nursî ile konuşabilir. Dolayısıyla, Risâle-i Nur ortada dururken, hiç kimse Said Nursî varisliğine, halifeliğine soyunamaz. Buna hiç gerek yoktur, hele de bunu Risale-i Nur'a rağmen, hele bir de Said Nursî'yi aşarak ya da yedeğine alarak yapmak kimseye düşmez.
8. Said Nursî, devletten itibar ve mezar bekleyen biri değildir. Resmî iade-i itibarlara ihtiyacı yoktur. Mezarının yokluğu da kendi duası ve temennisidir. Hayatında istemediği türbeleşmeyi ölümünden sonra hiç istemez. Said Nursî'yi ziyaret etmek isteyen mezar taşına değil kitaplarının sayfalarına baksa yeter de artar bile. Zaten sağlığında da, kendisini kendisi için ziyarete gelenlere, kendi canlı bedenini her yıl biri ölmüş Said'lerin başında bekleyen bir mezar taşı olarak tarif eden Said Nursî, "mezar taşı"nı değil, "satır başı"nı göstermiştir. Gidin, Risâle okuyun kardeşim demiştir. Ve hâlâ demektedir.
9. Said Nursî, Risale-i Nur takıntısı olan biri değildir. Kendi yazdığı kitaplar Kur'ân'ı anlamak ve yaşamak içindir. Risale-i Nur'un hatırı Kitab'ı okutmaya kadardır. Eğer Risale-i Nur da, kendisinin de şikayetçi olduğu kimi "tefsirler" "ahkâm kitapları" Kur'ân'a pencere değil perde oluyorsa okunmamalıdır. Risâle-i Nur'u okuyanların ilk anladığı ise Kur'ân'dır-kendileri bunun farkında olmasa bile...
10. Said Nursî İslamcı değildir. İslamcılık Oryantalistlerin ürettiği bir terimdir. Her şartta, her zaman, her yerde "Müslümanlardan yana olmak" demektir. Kimi Batılılar kendi şablonları ancak bu kadarını taşıdığı için, Müslümanları İslam etiketi üzerinden taraftarlık yapacak, İslam'ın ırkçılığını üretecek içeriksizler olarak görmek istemiştir, görmüştür. İnsanın içine doğru derin ve zorlu bir yolculuk olan iman etme serüvenini sadece dışa vuran, sadece kalıpta kalan kuru bir tarafgirliğe hapsetmek istemişlerdir. Oysa İslam olmak insan olmaktan geçer. İnsan olmayı atlayarak Müslüman olursak, sadece "Müslümanlardan yana" olan bir politik kitleye dönüşürüz. Müslüman zulmün karşısındadır; zulmü yapan Müslüman da olsa. Müslüman mazlumdan yanadır, zulmedilen kâfir de olsa. Yani, mümin yaşama kodlarını dışarıdaki siyasal kalıplardan değil, vicdanının Rabbiyle sıcacık temasından alır. İşte bu yüzden Said Nursî'nin iman etmenin inceliğini yeni baştan inşa ettiği, yenilediği Risale-i Nur'da "biz Müslümanlar" söylemi yoktur. Risale-i Nur söylemi, "bil ey nefsim!"dir. Yani, nefsi olan herkes Risale-i Nur'un rahlesine oturur. Ne cemaat şartı vardır, ne kıyafet şartı ne de siyasal taraftarlık şartı...
11. Said Nursî benim anladığım/anlattığım kadar değildir. Ben kim olduğumu bilinceye kadar onun kim olmadığının hakkını vermem mümkün değil... (Demek ki bu yazı henüz bitmedi ya da hiç başlamadı...)
Not: Said Nursî'ye dair yazdıklarımı yazı bitince fark edecektim ki onun misafir olduğu bir şehirde yazıyorum. Berlin'den selamlar...)
Senai DEMİRCİ
2. Said Nursî "dindar" değildir. "Dindarlık" dine dışarıdan bakanların icat ettiği bir tanımdır. "Dinin emir ve gereklerini yerine getirmede başkalarına göre daha ileri giden"leri tanımlamak için kullanılır. Oysa "din" "Allah'a borçluluk bilinci"dir, "Alemlerin Rabbinin kendisine her an yapmakta olduğu sayısız iyiliklere şükürle karşılık verme aşkı"dır. Bu bilinç ve aşk dışarıdan gözlenemez; ölçülemez. Açığı ya da koyusu olmaz. Bu bilinçle ve bu aşkla yaşamak adam olmanın standardıdır. İyiliğe karşı nankörlük etmeyi, borcunu inkâr edecek denli duyarsız olmayı "adam"lık diye tarif edenlerin biraz daha "koyusu", az daha sofusu değildir "dini yaşayanlar"; yani dindar değildirler. Said Nursî, "ben dindar bir cumhuriyetçiyim" sözünü mahkemede savunması sırasında söyledi. Sözde cumhuriyetçilerin anlayacağı dil üzerinden konuştu, o kadar. Eserlerinde "dinimiz bunu gerektirir", "nitekim dinimiz emreder ki.." yollu bir hitap ve üslup bulunmaz.
3. Said Nursî "din adamı" değildir. "Din adamlığı" ruhbaniyetin bir şekilde uygulandığı, dini yaşamanın bir "iş" haline getirildiği toplumlarda vardır. Din adamlarının özel kıyafetleri, özel statüleri vardır ve özel bir sınıftan gelirler. Kilise ve havralarda rahip ve hahamlar özel kıyafetleriyle, İran'ın Kum şehrinde "molla"lar ancak kendilerinin giyebildiği siyah ya da beyaz sarıklar ve rüzgârda salınan pelerinleriyle bir "din adamı"dır. Diyanet İşleri Başkanlığı kıyafeti, imama özel cübbe ve sarık diye bir şey yoktu eskilerde. Peygamberimiz (asm) arkadaşları arasında bir ziyaretçinin "hanginiz Muhammed?" diye sormak zorunda kalacağı kadar "sıradan"dı. Ne özel postu vardı ne pelerini vs. Din, din adamlarının mesleğidir. Özel rütbeleri ve özel mekânları da vardır. Bir takım ayrıcalıkları ve dokunulmazlıkları olur. Ne özel kıyafetlidir Said Nursî ne özel bir sınıftan, soydan geldiğini vurgular. Hayatın ortasında acıkan, üşüyen, öfkelenen, seven, gerekirse savaşan bir "adam"dır sadece. "Din adamı" değil, "dinin adamı"dır. "Allah'a karşı borçluluk bilinci"ni iliklerine kadar hisseden bir "insan"dır sadece. "Namaz kılmak iyidir ama her gün beşer defa olduğundan bitmiyor, usanç veriyor" diyen bir adam için (yani en başta benim ve bu makaleyi okuyan herkes için) "empati" kuracak kadar kalenderdir. "Namaz farzdır, kılacaksın!" şeklindeki üstenci tutum ve tavrı hiçbir alanda göstermemiştir.
4. Said Nursî "din âlimi" değildir. "Din bilginliği" yenilerde türetilmiş seküler bir sınıflandırmadır. Dine göre yaşamayı hayatın özel bir alanına öteleyen, bazılarının özel hobisine indirgeyen bir tanımlamadır. Din yaşamak içindir.Yaşamak ise herkese düşer. Kur'ân'a muhatap olmak herkesin işidir. Vahyin iniş üssü haline getirilebilecek akıl herkeste vardır. Dinî konularda bazılara bazılarından daha çok şey bilebilir. Olsa olsa bu "din âlimliği" diye tarif edilebilir. Allah'a borçlu olarak yaşamak ise kimsenin uzmanlığına bırakılacak kadar karmaşık değildir. İyilik karşısında mahcup olmak özel bir ilgi alanı olacak kadar seçmeli bir iş değildir. Allah'a karşı borçlu olma sırrının farkına varmak, adamı "âlim" eyler, "bilgin" kılar. Said Nursî, işte bu yüzden "din âlimi" değil, "âlim"dir, "bilge"dir. Güllerin soluşuna üzülecek kadar, vahşi hayvanların sesine alışacak kadar hayatın içindedir. Kalbinin sonsuzluk sevdasını hissedip yazacak denli, ihtiyarlığın hüzünlerini ve hastaların acılarını görecek kadar özüne iner varlığın. Söyledikleri "dinî konular"la sınırlı değildir. Nefsi olan, kalbi olan, gökleri gören, ölüme üzülen, denizleri seven, güllere meftun herkese söyler sözünü. Söylediği ancak "din adamları"nın uzmanlık sahasına giren "dinî" detaylar değildir. Varlığın dilini çözer Said Nursî. Varoluşa dair konuşur.
5. Said Nursî, "şeyh" değildir. Ömrü boyunca yanındaki herkese, her öğrencisine "kardeşim" diye hitap etmiştir. Hiçbir talebesiyle "şeyh-mürid" ilişkisi içinde olmamıştır. Bu konuda "İhlas ve Uhuvvet Risalelerini meraklısı okuyabilir.
6. Said Nursî "milliyetçi" değildir. Bir insanın soyu üzerinden yüceltilmesini ya da yerilmesini her "akıl sahibi" olmak üzerine farz olan her "iman ehli" gibi esastan ve usûlden reddetmiştir. Türkiye'de Türk ırkı üzerinden üretilen ve sistematikleştirilen rejim ırkçılığına kendisi Kürt olduğu için değil mümin olduğu için karşı durmaktadır. Kürt olduğu için Türkçülüğe karşı çıkanlar, Kürt oldukları için Kürtçülük yapmayı hak görürler kendilerine... Said Nursî'nin "açılımcı görüşleri" Kürt halkı hatırına değil, Kur'ân'ın hatırınadır. Birilerinin sandığı gibi "müsbet milliyetçiliği" de önermiş değildir. Sadece bu zamanda milliyetçilik fikri üzerinden zevklenen ve nemalanan kişi ve grupların, soya yükledikleri yücelikten devşirdikleri lezzeti, Allah'a kul olma lezzetine şefkatli bir üslupla dönüştürmeyi hedefleyen bir dil kullanmıştır. Yani "müsbet milliyetçilik" Said Nursî'ye "terk edilen milliyetçilik"tir. En olumlu ırkçılık, öldürülen ırkçılıktır.
7. Said Nursî, Said Nursî'ci değildir. Hatıraları ve menkıbeleriyle özlenecek, kerametleri ve kahramanlıkları ile anılacak bir tarihsel figüre indirgenemez. Said Nursî'nin hatıraları, en meraklısını bile tatmin edecek ayrıntılarıyla Risâle-i Nur'dadır. Bizzat kendisi tarafından yazılmıştır. Yakın tarihte yaşamış hiç kimsenin hayatı hem de kendi kaleminden içinin sesini yansıtacak berraklıkta, hüzünlerinin ve sevinçlerinin her kıpırtısını satırlara akıtacak şeffaflıkta yazılmış değildir. Dolayısıyla, Said Nursî bir arkeolojik kazı konusu yapılmayacak kadar orta yerde ve diridir. Son Şahitler gibi tarihsel çalışmalar da, ancak Said Nursî'nin kişiliğinin yansıdığı aynalar gözüyle okunabilir, okunmalı. Kerameti ve kahramanlığı üzerinden Said Nursî'cilik yapılmasına da ihtiyaç duymaz Said Nursî; hayatı hece hece herkesin elinin altındadır. Söylediklerinin ve söyleyeceklerinin hepsi hemen şimdi ve burada anlaşılır olarak okunabilir niteliktedir. Risale-i Nur'u okuyan herkes şimdi ve burada Said Nursî ile konuşabilir. Dolayısıyla, Risâle-i Nur ortada dururken, hiç kimse Said Nursî varisliğine, halifeliğine soyunamaz. Buna hiç gerek yoktur, hele de bunu Risale-i Nur'a rağmen, hele bir de Said Nursî'yi aşarak ya da yedeğine alarak yapmak kimseye düşmez.
8. Said Nursî, devletten itibar ve mezar bekleyen biri değildir. Resmî iade-i itibarlara ihtiyacı yoktur. Mezarının yokluğu da kendi duası ve temennisidir. Hayatında istemediği türbeleşmeyi ölümünden sonra hiç istemez. Said Nursî'yi ziyaret etmek isteyen mezar taşına değil kitaplarının sayfalarına baksa yeter de artar bile. Zaten sağlığında da, kendisini kendisi için ziyarete gelenlere, kendi canlı bedenini her yıl biri ölmüş Said'lerin başında bekleyen bir mezar taşı olarak tarif eden Said Nursî, "mezar taşı"nı değil, "satır başı"nı göstermiştir. Gidin, Risâle okuyun kardeşim demiştir. Ve hâlâ demektedir.
9. Said Nursî, Risale-i Nur takıntısı olan biri değildir. Kendi yazdığı kitaplar Kur'ân'ı anlamak ve yaşamak içindir. Risale-i Nur'un hatırı Kitab'ı okutmaya kadardır. Eğer Risale-i Nur da, kendisinin de şikayetçi olduğu kimi "tefsirler" "ahkâm kitapları" Kur'ân'a pencere değil perde oluyorsa okunmamalıdır. Risâle-i Nur'u okuyanların ilk anladığı ise Kur'ân'dır-kendileri bunun farkında olmasa bile...
10. Said Nursî İslamcı değildir. İslamcılık Oryantalistlerin ürettiği bir terimdir. Her şartta, her zaman, her yerde "Müslümanlardan yana olmak" demektir. Kimi Batılılar kendi şablonları ancak bu kadarını taşıdığı için, Müslümanları İslam etiketi üzerinden taraftarlık yapacak, İslam'ın ırkçılığını üretecek içeriksizler olarak görmek istemiştir, görmüştür. İnsanın içine doğru derin ve zorlu bir yolculuk olan iman etme serüvenini sadece dışa vuran, sadece kalıpta kalan kuru bir tarafgirliğe hapsetmek istemişlerdir. Oysa İslam olmak insan olmaktan geçer. İnsan olmayı atlayarak Müslüman olursak, sadece "Müslümanlardan yana" olan bir politik kitleye dönüşürüz. Müslüman zulmün karşısındadır; zulmü yapan Müslüman da olsa. Müslüman mazlumdan yanadır, zulmedilen kâfir de olsa. Yani, mümin yaşama kodlarını dışarıdaki siyasal kalıplardan değil, vicdanının Rabbiyle sıcacık temasından alır. İşte bu yüzden Said Nursî'nin iman etmenin inceliğini yeni baştan inşa ettiği, yenilediği Risale-i Nur'da "biz Müslümanlar" söylemi yoktur. Risale-i Nur söylemi, "bil ey nefsim!"dir. Yani, nefsi olan herkes Risale-i Nur'un rahlesine oturur. Ne cemaat şartı vardır, ne kıyafet şartı ne de siyasal taraftarlık şartı...
11. Said Nursî benim anladığım/anlattığım kadar değildir. Ben kim olduğumu bilinceye kadar onun kim olmadığının hakkını vermem mümkün değil... (Demek ki bu yazı henüz bitmedi ya da hiç başlamadı...)
Not: Said Nursî'ye dair yazdıklarımı yazı bitince fark edecektim ki onun misafir olduğu bir şehirde yazıyorum. Berlin'den selamlar...)
Senai DEMİRCİ
Risâle-i Nur, tamamlanmamış bir tefsir midir?
Genç bir arkadaşımın kanaati: "Risale-i Nur kısmî bir tefsir. Öyle değil mi?" "Niye ki?" diye sordum hışımla. Cevap: "Çünkü Kur'ân'ın tüm ayetlerini açıklamıyor. Her ayeti alıntılamıyor. Onayladım genç arkadaşımı: "Doğrudur; eğer Risale'ye tefsir diye bakıyorsan, kısmîdir. Daha açıkçası, tamamlanmamıştır."
Birçok Risale okuyucusunun içinde saklı bir sorudur bu... "Keşke ‘Risale-i Nur'da geçen ayetler' listeleri yapmaya gerek kalmasaydı. Keşke Kur'ân'ın hepsini alıntılasaydı Üstad..." Vakit bulamadı mı yoksa?
Risale-i Nur, Kur'ân'ın tüm ayetlerini alıntılamıyor; doğru. Tüm ayetleri alıntılasaydı, genç arkadaşıma göre "tam" bir tefsir olacaktı.
Bu hüküm birkaç soruyu sormayı unutturuyor : Bizi Kur'ân'la tanıştıran her kitap tefsir mi olmak zorundadır? Eğer tefsirse, Kur'ân'ın hepsini alıntılamak zorunda mıdır?
Ben de sordum genç arkadaşıma: "Bir tefsirin tamamlanmışlığını ya da eksikliğini Kur'ân'dan yaptığı "alıntıların" niceliği mi belirler? "Kur'ân'dan alıntılarının niteliğine ne dersin?" Risale-i Nur söz konusu olduğunda, gözden kaçan sır tam da budur. Risale'ye bir "tefsir" şablonu içinde bakarsak, tamamlanmış değildir, tüm ayetlere değinmemiştir.
Tefsir, tanım gereği, ayetlere dışından bakar; denizi sahilden seyrettirir bize.. Denizle ilişkiniz, dışarıda kalarak bakmaksa, tüm kıyıları gezseniz de ıslanmazsınız, denizden inci çıkaramazsınız. Daha önemlisi denizle ilişki biçimimizi değiştirmektir; bir kıyıdan bir kereliğine dalarsak, denizin içine gireriz, ıslanırız, yeterince derinleşirsek inci ve mercanlar çıkarırız. Artık denizi yaşarız; seyretmekten öte deneyimleriz denizi. Denizleşiriz. Şu halde, isterseniz denizin sadece bir yerinden dalalım, denizi her yerinden seyredene göre oldukça farklı bir iş yapmış oluruz.
Denize dalmak, denizi seyretmekle sayısal olarak kıyaslanmaz. Biri az, diğeri çok değildir. Kıyıdan seyretmelerin hepsini toplasak, bir tane ıslanma etmez. Seyir, ıslanma değildir; ama ıslanma seyretmeyi de içerir.
Ancak, ıslanmak seyretmeyi içerir diye, tüm ıslanmalara seyir adını koyarsak, ıslanmaya da, ıslanmayı göze alana da haksızlık etmiş oluruz. Dahası, kıyısında kalarak, sadece yüzeyiyle tarif ettiğimiz "deniz"e de haksızlık etmiş oluruz.
Risale-i Nur, sonuçta, Kur'ân'ı tefsir eder ama tefsir etmekten farklı bir iş yapar. Bu fark, alıntıladığı ayetlerin sayısının çokluğuna değil, ayetlerle kurduğu özel ilişkiye dayanır.
Misal mi?
Birinci Söz, "besmele" ayetiyle başlıyor. Birinci Söz, besmele'nin tefsiridir" diyebiliriz o halde. Doğru; ama, Birinci Söz'ün besmele ayetiyle kurduğu ilişki, tefsirlerinkine benzemez. Birinci Söz, "bismillah"ın harfleri ve kelimeleri üzerinde bir yorumda bulunmaz. İçimizi harekete geçirecek bir öykü anlatır. Biri mağrur diğeri mütevazı iki adamın kendilerine ve varoluşa bakışlarını kıyaslar. Başımızı hikayedeki adamın omuzları üstüne koyar. Besmele çekmenin faziletlerinden söz etmez Birinci Söz. Besmele'nin siyak ve sibakıyla/bağlamıyla ilgilenmez. "Bismillah"ı sevap olsun diye demeyi değil, "Bismillah"ı sahici bir hayat kodu olarak yaşamayı önceler. Dışarıdan seyretmez "besmele"yi; içimizdeki gurur ve tevazu sarkaçlanmalarının sesi olarak hisseder, hissettirir. Sorar ve sordurur: "Ey nefsim, mağrur musun, mütevazı mı?" Aniden denize düşmüş gibi, ‘besmele'nin gerçeği tarafından her yönden kuşatıldığımızı fark ederiz. Bir yaşama tavrı olarak, içimizden ve içerden "okuruz" besmeleyi... "Bismillah" demek, söylememiz gereken bir vecibe olmaktan öte, fıtratımızda izini bulduğumuz, kendimizi akışının yatağına bıraktığımız bir gerçeklik oluverir. "Besmele" varoluşun temel ifadesi olarak algılanır. Başlarında kocaman ağaçları taşıyan tohumların telaffuz ettiği, sert taşları yarıp geçen yumuşacık kök ve damarların seslendirdiği "varoluş ayet"i olarak selamlar bizi... Kâinat Kitabı'nın her sayfasının, her cümlesinin başında "bismillah" yazdığını görürüz hayretle. Ve Kur'ân'ın varlığı bir kitap gibi okumaya değer gördüğünü, varlığın bir okunası olduğunu fark ederiz Birinci Söz'le. Besmele'yi bu şekilde, "okuyuş"; "Oku! Oku ismiyle Rabbinin ki o yaratmakta..." [Alak, 1] ayetlerinin anlam ırmağına yatırır akleden kalbimizi. Böylece, Besmele'yi "oku"mayı, Rabbimizin yaratma tercihi üzerinden gerçekleştiririz. Risale'nin "besmele"yi oku(t)ma biçimi, Alak Sûresi'nin "Oku ismiyle Rabbinin ki o yaratmakta..." ayetinin uygulamasıdır. Şu halde, Risale'de Alak Sûresi'nin ilk ayetleri alıntılanmamış diyebilir miyiz? Alıntılamaktan daha fazlasını yapar Risale; alınır ayetten. Sözüne ayeti katıyor olmaktan öte sözünü ayetten yapar. "İkra" ayeti hakkında, alıntılayan "tefsir"den daha fazlasını yapmışken, bu ayeti alıntılamıyor diye Risale'yi eksik bulmak insafsızlık değil mi?
Misali biraz daha derinleştirelim: "Oku..." diyen ayeti, ayetin "oku" demesince "okumak" nasılmış bir bakalım. Yine, Birinci Söz'den alıntı yapıyorum: "....o ipek gibi yumuşak damarlar, birer Asâ-yı Mûsâ (a.s.) gibi fekul nadrib biasâke'lhacer emrine imtisal ederek taşları şak eder. Ve o sigara kâğıdı gibi ince, nâzenin yapraklar, birer âzâ-yı İbrahim (a.s.) gibi, ateş saçan hararete karşı yâ narü küni berden ve selâma âyetini okuyorlar."
Dikkat: Alıntıyı yaparken, ayetlerin aslını konduğu yere kasten meal yazmadım. Çünkü buraya ayet diye meal koyarsam, doku uyuşmazlığıyla ifadelerin diri akışı kesmiş olurum. Ayeti takdim eden/alıntılayan cümlenin tüm kelimeleri ayetin mealine dair ipucu verirken, mealin manayı daraltıcı etkisinden de kaçınıyor. Kurulan cümleler bizi mealin dillendirdiğinden de yoksun bırakmıyor; ayetin anlam nehrinin aktığı yatağın yönüne de işaret ediyor.? Okumanı Rabbini yaratan bilerek yap diyor ya ilk ayet... O ipek gibi yumuşak damarları ve kökleri böyle yaratmayı tercih eden Rabbinin adıyla "oku" ki, her birinin "bismillah" dediğini işitesin. İnce, nazenin yaprakları yaz boyu güneş karşısında yanmadan var eden, her birini tazecik güller eyleyen Rabbinin böyle yaratması üzerinden "oku" ki, varlığın ağzına koyasın "bismillah"ı...
"Bismillahirrahmanirrahîm" ayetine alıntılayarak değil de, alınarak yaklaştığımızda, fekulnadrib biasâke'lhacer ve yâ nâru künü berden ve selâma ayetlerinin elinde yoğrulurken buluyoruz aklımızı. Bu yeni ayetlerle tanıştığımızda ayetten söz ederken bulmuyoruz kendimizi; sözümüz ayetten oluyor, özümüz ayete temas ediyor.
Birinci Söz misali burada bitti. Misali verme gerekçemi tekrar hatırlatıyorum. Risale-i Nur, tefsirlerin yöntemiyle yaklaşsaydı, her ayetten söz etmediği için "tamamlanmamış" bir tefsir diye nitelenebilirdi. Oysa Risale-i Nur, muhterem Fırıncı ağabeyin formüle etmesiyle, "tefsir değil iksir"dir; vahiyle ilişkisi "tam"dır, tamamlanmıştır. Sorun, Risale'nin vahiyle ilişkisinin, "tam anlanmış" olmamasıdır. Sorun, Risale'yi Risale okumak için değil, Kur'ân okumak için okuduğumuzu unutmaktır.
Tüm bunları bir yana koyalım. Hakikat Çekirdekleri'nden bir alıntı yapalım. Risale-i Nur'u önceden bir çekirdek olarak kalbinin tarlasına eken Said Nursî aşağıdaki sözünü unutmuş olabilir mi? Şimdi elimizde binlerce sümbüllü başaklar olarak duran Risale'nin tarlaya ekilme biçimini ele veriyor bu cümle:
"Âlim-i mürşid koyun olmalı, kuş olmamalı. Koyun kuzusuna süt, kuş yavrusuna kay [ağzındaki kusmuğu] verir."
Demek ki, irşad, hakikatle ilişkimizi kuş-yavru ilişkisinden koyun-kuzu ilişkisine yükseltmekle başarılabilir. Koyun ile kuzusu arasındaki ilişki "süt" üzerinden yürür. Kuş ile yavrusu arasındaki ilişki, " kay/kusmuk" üzerinden yürür. Kuşun ağzında "alıntılar" vardır; hangi yaprağı hangi ağaçtan iktibas ettiğini görmek hiç de zor değildir. Ancak, kuş bütün ormanı gezse, her ağacın her yaprağını "alıntılasa" da, yavrusuna "süt" vermez. Daha çok "iktibas" yapması, ağzındakini süt yapmaya yetmez. Çünkü "süt" ile "kay" arasındaki fark nicel değil niteldir. Önemli olan ilişki biçimini, besleme tarzını değiştirmektir. Koyun kuzusuna "süt" verir. Sindirdiği, apayrı bir tada dönüştürdüğü, kendi tecrübesinden geçirerek yeniden ürettiği, yeni olarak ortaya koyduğu, sıcak ve taze bir "ilişki" sunar. Evet, "ilişki" sunar; sadece süt değil. Kuzunun süt emmesi "annesiyle" sıcak ve güncel bir ilişki anlamına gelir. Sütün içinde ormanı hatırlatan bir "alıntı" görülmez; ne yaprak rengi vardır ne çiçek şekli... Ama süt veren, ormandan söz etmekten fazlasını yapar, ormanı sözü eyler, sözünü ormandan inşa eder. Koyun ormanın bir bölümünden beslenmiş olsa bile, ormanının bütününe dair "tat" verir kuzusuna, kuzusunu ormanın tadına çağırır.
Kur'ân'dan beslenen ve bizi koyunun kuzusunu beslemesi gibi Kur'ân'la besleyen Risale-i Nur, Kur'ân'dan yaptığı alıntıların miktarıyla değerlendirilemez. Risale'nin bize verdiği "süt"te Kur'ân'ın bir bölümü olsa bile tamamının tadı vardır. Risale'yi tam anlamayınca, Kur'ân'ın tamamına ulaştığı fark edilmez. Bu durum ise, Risale'yi değil, Kur'ân'ı tam anlamamayı doğurur.
Sözün özü: Risale'yi kendi dünyamızda tamamlamak için Risale'yi tam anlamak gerekiyor vesselâm...
Senai DEMİRCİ
Birçok Risale okuyucusunun içinde saklı bir sorudur bu... "Keşke ‘Risale-i Nur'da geçen ayetler' listeleri yapmaya gerek kalmasaydı. Keşke Kur'ân'ın hepsini alıntılasaydı Üstad..." Vakit bulamadı mı yoksa?
Risale-i Nur, Kur'ân'ın tüm ayetlerini alıntılamıyor; doğru. Tüm ayetleri alıntılasaydı, genç arkadaşıma göre "tam" bir tefsir olacaktı.
Bu hüküm birkaç soruyu sormayı unutturuyor : Bizi Kur'ân'la tanıştıran her kitap tefsir mi olmak zorundadır? Eğer tefsirse, Kur'ân'ın hepsini alıntılamak zorunda mıdır?
Ben de sordum genç arkadaşıma: "Bir tefsirin tamamlanmışlığını ya da eksikliğini Kur'ân'dan yaptığı "alıntıların" niceliği mi belirler? "Kur'ân'dan alıntılarının niteliğine ne dersin?" Risale-i Nur söz konusu olduğunda, gözden kaçan sır tam da budur. Risale'ye bir "tefsir" şablonu içinde bakarsak, tamamlanmış değildir, tüm ayetlere değinmemiştir.
Tefsir, tanım gereği, ayetlere dışından bakar; denizi sahilden seyrettirir bize.. Denizle ilişkiniz, dışarıda kalarak bakmaksa, tüm kıyıları gezseniz de ıslanmazsınız, denizden inci çıkaramazsınız. Daha önemlisi denizle ilişki biçimimizi değiştirmektir; bir kıyıdan bir kereliğine dalarsak, denizin içine gireriz, ıslanırız, yeterince derinleşirsek inci ve mercanlar çıkarırız. Artık denizi yaşarız; seyretmekten öte deneyimleriz denizi. Denizleşiriz. Şu halde, isterseniz denizin sadece bir yerinden dalalım, denizi her yerinden seyredene göre oldukça farklı bir iş yapmış oluruz.
Denize dalmak, denizi seyretmekle sayısal olarak kıyaslanmaz. Biri az, diğeri çok değildir. Kıyıdan seyretmelerin hepsini toplasak, bir tane ıslanma etmez. Seyir, ıslanma değildir; ama ıslanma seyretmeyi de içerir.
Ancak, ıslanmak seyretmeyi içerir diye, tüm ıslanmalara seyir adını koyarsak, ıslanmaya da, ıslanmayı göze alana da haksızlık etmiş oluruz. Dahası, kıyısında kalarak, sadece yüzeyiyle tarif ettiğimiz "deniz"e de haksızlık etmiş oluruz.
Risale-i Nur, sonuçta, Kur'ân'ı tefsir eder ama tefsir etmekten farklı bir iş yapar. Bu fark, alıntıladığı ayetlerin sayısının çokluğuna değil, ayetlerle kurduğu özel ilişkiye dayanır.
Misal mi?
Birinci Söz, "besmele" ayetiyle başlıyor. Birinci Söz, besmele'nin tefsiridir" diyebiliriz o halde. Doğru; ama, Birinci Söz'ün besmele ayetiyle kurduğu ilişki, tefsirlerinkine benzemez. Birinci Söz, "bismillah"ın harfleri ve kelimeleri üzerinde bir yorumda bulunmaz. İçimizi harekete geçirecek bir öykü anlatır. Biri mağrur diğeri mütevazı iki adamın kendilerine ve varoluşa bakışlarını kıyaslar. Başımızı hikayedeki adamın omuzları üstüne koyar. Besmele çekmenin faziletlerinden söz etmez Birinci Söz. Besmele'nin siyak ve sibakıyla/bağlamıyla ilgilenmez. "Bismillah"ı sevap olsun diye demeyi değil, "Bismillah"ı sahici bir hayat kodu olarak yaşamayı önceler. Dışarıdan seyretmez "besmele"yi; içimizdeki gurur ve tevazu sarkaçlanmalarının sesi olarak hisseder, hissettirir. Sorar ve sordurur: "Ey nefsim, mağrur musun, mütevazı mı?" Aniden denize düşmüş gibi, ‘besmele'nin gerçeği tarafından her yönden kuşatıldığımızı fark ederiz. Bir yaşama tavrı olarak, içimizden ve içerden "okuruz" besmeleyi... "Bismillah" demek, söylememiz gereken bir vecibe olmaktan öte, fıtratımızda izini bulduğumuz, kendimizi akışının yatağına bıraktığımız bir gerçeklik oluverir. "Besmele" varoluşun temel ifadesi olarak algılanır. Başlarında kocaman ağaçları taşıyan tohumların telaffuz ettiği, sert taşları yarıp geçen yumuşacık kök ve damarların seslendirdiği "varoluş ayet"i olarak selamlar bizi... Kâinat Kitabı'nın her sayfasının, her cümlesinin başında "bismillah" yazdığını görürüz hayretle. Ve Kur'ân'ın varlığı bir kitap gibi okumaya değer gördüğünü, varlığın bir okunası olduğunu fark ederiz Birinci Söz'le. Besmele'yi bu şekilde, "okuyuş"; "Oku! Oku ismiyle Rabbinin ki o yaratmakta..." [Alak, 1] ayetlerinin anlam ırmağına yatırır akleden kalbimizi. Böylece, Besmele'yi "oku"mayı, Rabbimizin yaratma tercihi üzerinden gerçekleştiririz. Risale'nin "besmele"yi oku(t)ma biçimi, Alak Sûresi'nin "Oku ismiyle Rabbinin ki o yaratmakta..." ayetinin uygulamasıdır. Şu halde, Risale'de Alak Sûresi'nin ilk ayetleri alıntılanmamış diyebilir miyiz? Alıntılamaktan daha fazlasını yapar Risale; alınır ayetten. Sözüne ayeti katıyor olmaktan öte sözünü ayetten yapar. "İkra" ayeti hakkında, alıntılayan "tefsir"den daha fazlasını yapmışken, bu ayeti alıntılamıyor diye Risale'yi eksik bulmak insafsızlık değil mi?
Misali biraz daha derinleştirelim: "Oku..." diyen ayeti, ayetin "oku" demesince "okumak" nasılmış bir bakalım. Yine, Birinci Söz'den alıntı yapıyorum: "....o ipek gibi yumuşak damarlar, birer Asâ-yı Mûsâ (a.s.) gibi fekul nadrib biasâke'lhacer emrine imtisal ederek taşları şak eder. Ve o sigara kâğıdı gibi ince, nâzenin yapraklar, birer âzâ-yı İbrahim (a.s.) gibi, ateş saçan hararete karşı yâ narü küni berden ve selâma âyetini okuyorlar."
Dikkat: Alıntıyı yaparken, ayetlerin aslını konduğu yere kasten meal yazmadım. Çünkü buraya ayet diye meal koyarsam, doku uyuşmazlığıyla ifadelerin diri akışı kesmiş olurum. Ayeti takdim eden/alıntılayan cümlenin tüm kelimeleri ayetin mealine dair ipucu verirken, mealin manayı daraltıcı etkisinden de kaçınıyor. Kurulan cümleler bizi mealin dillendirdiğinden de yoksun bırakmıyor; ayetin anlam nehrinin aktığı yatağın yönüne de işaret ediyor.? Okumanı Rabbini yaratan bilerek yap diyor ya ilk ayet... O ipek gibi yumuşak damarları ve kökleri böyle yaratmayı tercih eden Rabbinin adıyla "oku" ki, her birinin "bismillah" dediğini işitesin. İnce, nazenin yaprakları yaz boyu güneş karşısında yanmadan var eden, her birini tazecik güller eyleyen Rabbinin böyle yaratması üzerinden "oku" ki, varlığın ağzına koyasın "bismillah"ı...
"Bismillahirrahmanirrahîm" ayetine alıntılayarak değil de, alınarak yaklaştığımızda, fekulnadrib biasâke'lhacer ve yâ nâru künü berden ve selâma ayetlerinin elinde yoğrulurken buluyoruz aklımızı. Bu yeni ayetlerle tanıştığımızda ayetten söz ederken bulmuyoruz kendimizi; sözümüz ayetten oluyor, özümüz ayete temas ediyor.
Birinci Söz misali burada bitti. Misali verme gerekçemi tekrar hatırlatıyorum. Risale-i Nur, tefsirlerin yöntemiyle yaklaşsaydı, her ayetten söz etmediği için "tamamlanmamış" bir tefsir diye nitelenebilirdi. Oysa Risale-i Nur, muhterem Fırıncı ağabeyin formüle etmesiyle, "tefsir değil iksir"dir; vahiyle ilişkisi "tam"dır, tamamlanmıştır. Sorun, Risale'nin vahiyle ilişkisinin, "tam anlanmış" olmamasıdır. Sorun, Risale'yi Risale okumak için değil, Kur'ân okumak için okuduğumuzu unutmaktır.
Tüm bunları bir yana koyalım. Hakikat Çekirdekleri'nden bir alıntı yapalım. Risale-i Nur'u önceden bir çekirdek olarak kalbinin tarlasına eken Said Nursî aşağıdaki sözünü unutmuş olabilir mi? Şimdi elimizde binlerce sümbüllü başaklar olarak duran Risale'nin tarlaya ekilme biçimini ele veriyor bu cümle:
"Âlim-i mürşid koyun olmalı, kuş olmamalı. Koyun kuzusuna süt, kuş yavrusuna kay [ağzındaki kusmuğu] verir."
Demek ki, irşad, hakikatle ilişkimizi kuş-yavru ilişkisinden koyun-kuzu ilişkisine yükseltmekle başarılabilir. Koyun ile kuzusu arasındaki ilişki "süt" üzerinden yürür. Kuş ile yavrusu arasındaki ilişki, " kay/kusmuk" üzerinden yürür. Kuşun ağzında "alıntılar" vardır; hangi yaprağı hangi ağaçtan iktibas ettiğini görmek hiç de zor değildir. Ancak, kuş bütün ormanı gezse, her ağacın her yaprağını "alıntılasa" da, yavrusuna "süt" vermez. Daha çok "iktibas" yapması, ağzındakini süt yapmaya yetmez. Çünkü "süt" ile "kay" arasındaki fark nicel değil niteldir. Önemli olan ilişki biçimini, besleme tarzını değiştirmektir. Koyun kuzusuna "süt" verir. Sindirdiği, apayrı bir tada dönüştürdüğü, kendi tecrübesinden geçirerek yeniden ürettiği, yeni olarak ortaya koyduğu, sıcak ve taze bir "ilişki" sunar. Evet, "ilişki" sunar; sadece süt değil. Kuzunun süt emmesi "annesiyle" sıcak ve güncel bir ilişki anlamına gelir. Sütün içinde ormanı hatırlatan bir "alıntı" görülmez; ne yaprak rengi vardır ne çiçek şekli... Ama süt veren, ormandan söz etmekten fazlasını yapar, ormanı sözü eyler, sözünü ormandan inşa eder. Koyun ormanın bir bölümünden beslenmiş olsa bile, ormanının bütününe dair "tat" verir kuzusuna, kuzusunu ormanın tadına çağırır.
Kur'ân'dan beslenen ve bizi koyunun kuzusunu beslemesi gibi Kur'ân'la besleyen Risale-i Nur, Kur'ân'dan yaptığı alıntıların miktarıyla değerlendirilemez. Risale'nin bize verdiği "süt"te Kur'ân'ın bir bölümü olsa bile tamamının tadı vardır. Risale'yi tam anlamayınca, Kur'ân'ın tamamına ulaştığı fark edilmez. Bu durum ise, Risale'yi değil, Kur'ân'ı tam anlamamayı doğurur.
Sözün özü: Risale'yi kendi dünyamızda tamamlamak için Risale'yi tam anlamak gerekiyor vesselâm...
Senai DEMİRCİ
Osmanlı’nın fetih felsefesi
26 Ekim Trabzon’un fethinin 548. yıldönümü idi. Iskaladık, ama teğet geçmiyoruz: Çünkü o münasebetle tarihten alacağımız dersler var…
Fatih Sultan Mehmed'i Trabzon fethine yönlendiren üç temel sebep sayabiliriz:
1. Trabzon İmparatorluğu, Bizans’ın doğal bir parçasıydı. Bu itibarla fethedilmesi gerekiyordu. Aksi taktirde Bizans’ın fethi tamamlanmış olmayacaktı.
2. Trabzon Rum İmparatoru David Komnen, Osmanlılardan intikam sevdasına düşmüş, bu amaçla Venedik Cumhuriyeti, İran (Akkoyunlu), Gürcistan Devletleri, İsfendiyar Oğulları ve Karaman Oğulları’yla askeri ittifaklara girmişti.
3. Trabzon Rum İmparatoru’nun kızını alan Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan, bu akrabalığına dayanarak Fatih’in Trabzon’dan aldığı vergileri kendisine iade etmesini istiyordu (1460).
Bu olayları Fatih, devletinin varlığına tehdit olarak algıladı ve bu tehdidi ortadan kaldırmaya karar verdi. Osmanlı kara ordusu, Fatih Sultan Mehmed’in komutasında 23 Mart 1461'de Trabzon’a hareket etti. Aynı anda Mahmut Paşa, 150 parçadan oluşan Osmanlı donanmasıyla Karadeniz’e açıldı. Ama ordunun nereye gittiğini kimse bilmiyordu.
Uzun Hasan, yaptıklarından dolayı kendi üzerine gelindiğini düşünerek telaşlanmıştı. Fatih’e bir heyet gönderdi. Heyette Uzun Hasan’ın annesi Sâre Hatun da vardı.
Görüşmeler bittikten sonra, Sâre Hatun, Fatih’le kalmak için izin istedi. Fatih Sultan Mehmed izin verince, Osmanlı Ordusu’yla birlikte o da Trabzon yoluna düştü.
Ordu son derece zor şartlar altında ilerliyordu. Öyle ki, askerlerine moral vermek için yaya yürüyen Fatih’in yüzü-gözü toz ve terden kararmış, cübbesi yer yer yırtılmış, dizi kanamıştı…
Sâre Ana, Padişah’ın bu haline görünce dayanamadı: “Hey oğul” dedi, “Trabzon’a bunca zahmet nedendir? Trabzon nedir ki, ondan ötürü Sehsuvari Saltanat piyade olup pürdap ola?”
Padişah’ın verdiği cevap Osmanlı’nın fetih felsefesini açıklıyor: “Hey ana bu zahmet din yolunadır. Kim ahirette Allah hazretlerine varıcak inayet ola derim. Zira bizim elimizde İslâm kılıcı vardır. Eğer bu zahmeti ihtiyar etmezsek bize Gazi Hünkâr dimek yalan olur.”
Yani, “Biz bu savaşlara Din-i İslâm’ı yaymak için giriyoruz. Elimizdeki güç İslâm’ın gücüdür. Bunu Allah yolunda kullanıyoruz.”
Osmanlı’nın Batılı benzerleri gibi “istilâcı” olup olmadığı konusunda tereddüde düşenler, çıkardığı kanunlarla Osmanlı’yı sistematize eden önder isim Fatih Sultan Mehmed’in sesine kulak vermelidirler.
“Allah rızası” için fethe çıkan bir hükümdarın, fethettiği bölgenin insanına zulmetmesi mümkün müdür? İşte bu yüzden Osmanlı’da sistematik zulüm yoktur. Zulüm bir yana, hatta müsamaha (hoşgörü) vardır, hürmet vardır, merhamet vardır…
Öyle olmasaydı, hâkimiyetimiz altında beşyüz sene yaşamış Balkan topraklarında ne Sırp kalırdı, ne Bulgar, ne de Çek veya Romen.
Uzatmayalım, Trabzon muhasarası (kuşatması) 40 gün sürdü. Daha da uzayacaktı. Fakat Sadrazam Mahmud Paşa devreye girdi…
Bu olaya gelmeden önce, bir konuya açıklık getirmek zorundayım…
Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olan bazı kimseler “devşirme”, yani Hıristiyan ailelerden alınıp Enderun’da eğitildikten sonra kabiliyeti ve sadakati ölçüsünde yükselen sadrazamları ve onları sadrazamlığa getirme yolunu açan Fatih Sultan Mehmed’i suçlamaktadırlar. Mahmud Paşa örneğini incelemek, bu suçlamaların ne kadar mesnetsiz olduğunu göstermesi açısından ilginç olabilir.
Mahmut Paşa’nın soyu Rum’dur, (Hırvat olduğunu söyleyenler de var) ama unvanı “veli”dir.
Semendire Adası yakınlarında yaşarken, Osmanlı akıncılarının eline düşmüş, Edirne’ye getirilip Enderun’da yetiştirilmiş, sadrazamlığa kadar yükselmiştir. İlk “devşirme” sadrazamdır. Devşirmedir, ama hiçbir ihaneti görülmemiş, tam tersine, Osmanlı’ya büyük hizmetleri geçmiştir.
Osmanlı coğrafyasının muhtelif bölgelerinde hayır eserlerinin yanı sıra, İstanbul’da kendi adını taşıyan semtte çarşısı ve camii vardır.
Trabzon’un fethi sırasında, şimdiki Zağanos Paşa Köprüsü çevresinde kanlı çatışmalar olması üzerine, İmparator’un başmabeyincisi (Hükümdar adına dış bağlantıları kuran ve görüşmeler yapan kurumun başı) öz teyzesinin oğlu Yorgi Amuriki ile görüşmüş, daha fazla kan dökülmemesi konusunda ikna edip, İmparator’u da ikna etmesini sağlamıştır. Sonunda Trabzon teslim olmuştur. (26 Ekim 1461).
İnsaf!.. Rum kökenli diye bu tür hayırlı hizmetlerini ve hayır eserlerini görmezden mi geleceğiz?
Fetihten hemen sonra, ilk iş olarak Meryem Ana Kilisesi camie çevrilip Müslümanların ibadetine tahsis edilmiştir. Bu cami ihtiyaca kâfi gelmeyince, Sen Ojen Kilisesi de cami yapılmıştır. Diğer kiliselere ise dokunulmamış, ihtiyaç duyulması halinde yeni kilise inşa edilmesi de yasaklanmamıştır.
Bu konu da eleştiriliyor. “Osmanlı Devleti inançlara müsamaha ile bakıyorsa, neden kiliseleri camie çeviriyor?” diye sorgulanıyor.
Çünkü fatihlerin Cuma namazını kılmak için camie ihtiyaçları vardır. Birkaç gün içinde cami inşa edilemeyeceğine göre, bu bir mecburiyettir. Osmanlı, kiliseyi yıkmıyor, sadece dönüştürüyor. Oysa aynı çağda Katolikler bir Ortodoks bölgeyi istila ettiklerinde, önce Ortodoks kiliselerini yıkıyorlardı.
Ortodokslar da Protestanlara aynı şekilde davranıyordu. O çağda sadece Osmanlılar mâbed yıkmıyor, yeni mâbed inşa edilmesini yasaklamıyor, yalnızca ihtiyaç duyulan sayıda kiliseyi camie çeviriyorlardı.
Yavuz BAĞADIROĞLU
Fatih Sultan Mehmed'i Trabzon fethine yönlendiren üç temel sebep sayabiliriz:
1. Trabzon İmparatorluğu, Bizans’ın doğal bir parçasıydı. Bu itibarla fethedilmesi gerekiyordu. Aksi taktirde Bizans’ın fethi tamamlanmış olmayacaktı.
2. Trabzon Rum İmparatoru David Komnen, Osmanlılardan intikam sevdasına düşmüş, bu amaçla Venedik Cumhuriyeti, İran (Akkoyunlu), Gürcistan Devletleri, İsfendiyar Oğulları ve Karaman Oğulları’yla askeri ittifaklara girmişti.
3. Trabzon Rum İmparatoru’nun kızını alan Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan, bu akrabalığına dayanarak Fatih’in Trabzon’dan aldığı vergileri kendisine iade etmesini istiyordu (1460).
Bu olayları Fatih, devletinin varlığına tehdit olarak algıladı ve bu tehdidi ortadan kaldırmaya karar verdi. Osmanlı kara ordusu, Fatih Sultan Mehmed’in komutasında 23 Mart 1461'de Trabzon’a hareket etti. Aynı anda Mahmut Paşa, 150 parçadan oluşan Osmanlı donanmasıyla Karadeniz’e açıldı. Ama ordunun nereye gittiğini kimse bilmiyordu.
Uzun Hasan, yaptıklarından dolayı kendi üzerine gelindiğini düşünerek telaşlanmıştı. Fatih’e bir heyet gönderdi. Heyette Uzun Hasan’ın annesi Sâre Hatun da vardı.
Görüşmeler bittikten sonra, Sâre Hatun, Fatih’le kalmak için izin istedi. Fatih Sultan Mehmed izin verince, Osmanlı Ordusu’yla birlikte o da Trabzon yoluna düştü.
Ordu son derece zor şartlar altında ilerliyordu. Öyle ki, askerlerine moral vermek için yaya yürüyen Fatih’in yüzü-gözü toz ve terden kararmış, cübbesi yer yer yırtılmış, dizi kanamıştı…
Sâre Ana, Padişah’ın bu haline görünce dayanamadı: “Hey oğul” dedi, “Trabzon’a bunca zahmet nedendir? Trabzon nedir ki, ondan ötürü Sehsuvari Saltanat piyade olup pürdap ola?”
Padişah’ın verdiği cevap Osmanlı’nın fetih felsefesini açıklıyor: “Hey ana bu zahmet din yolunadır. Kim ahirette Allah hazretlerine varıcak inayet ola derim. Zira bizim elimizde İslâm kılıcı vardır. Eğer bu zahmeti ihtiyar etmezsek bize Gazi Hünkâr dimek yalan olur.”
Yani, “Biz bu savaşlara Din-i İslâm’ı yaymak için giriyoruz. Elimizdeki güç İslâm’ın gücüdür. Bunu Allah yolunda kullanıyoruz.”
Osmanlı’nın Batılı benzerleri gibi “istilâcı” olup olmadığı konusunda tereddüde düşenler, çıkardığı kanunlarla Osmanlı’yı sistematize eden önder isim Fatih Sultan Mehmed’in sesine kulak vermelidirler.
“Allah rızası” için fethe çıkan bir hükümdarın, fethettiği bölgenin insanına zulmetmesi mümkün müdür? İşte bu yüzden Osmanlı’da sistematik zulüm yoktur. Zulüm bir yana, hatta müsamaha (hoşgörü) vardır, hürmet vardır, merhamet vardır…
Öyle olmasaydı, hâkimiyetimiz altında beşyüz sene yaşamış Balkan topraklarında ne Sırp kalırdı, ne Bulgar, ne de Çek veya Romen.
Uzatmayalım, Trabzon muhasarası (kuşatması) 40 gün sürdü. Daha da uzayacaktı. Fakat Sadrazam Mahmud Paşa devreye girdi…
Bu olaya gelmeden önce, bir konuya açıklık getirmek zorundayım…
Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olan bazı kimseler “devşirme”, yani Hıristiyan ailelerden alınıp Enderun’da eğitildikten sonra kabiliyeti ve sadakati ölçüsünde yükselen sadrazamları ve onları sadrazamlığa getirme yolunu açan Fatih Sultan Mehmed’i suçlamaktadırlar. Mahmud Paşa örneğini incelemek, bu suçlamaların ne kadar mesnetsiz olduğunu göstermesi açısından ilginç olabilir.
Mahmut Paşa’nın soyu Rum’dur, (Hırvat olduğunu söyleyenler de var) ama unvanı “veli”dir.
Semendire Adası yakınlarında yaşarken, Osmanlı akıncılarının eline düşmüş, Edirne’ye getirilip Enderun’da yetiştirilmiş, sadrazamlığa kadar yükselmiştir. İlk “devşirme” sadrazamdır. Devşirmedir, ama hiçbir ihaneti görülmemiş, tam tersine, Osmanlı’ya büyük hizmetleri geçmiştir.
Osmanlı coğrafyasının muhtelif bölgelerinde hayır eserlerinin yanı sıra, İstanbul’da kendi adını taşıyan semtte çarşısı ve camii vardır.
Trabzon’un fethi sırasında, şimdiki Zağanos Paşa Köprüsü çevresinde kanlı çatışmalar olması üzerine, İmparator’un başmabeyincisi (Hükümdar adına dış bağlantıları kuran ve görüşmeler yapan kurumun başı) öz teyzesinin oğlu Yorgi Amuriki ile görüşmüş, daha fazla kan dökülmemesi konusunda ikna edip, İmparator’u da ikna etmesini sağlamıştır. Sonunda Trabzon teslim olmuştur. (26 Ekim 1461).
İnsaf!.. Rum kökenli diye bu tür hayırlı hizmetlerini ve hayır eserlerini görmezden mi geleceğiz?
Fetihten hemen sonra, ilk iş olarak Meryem Ana Kilisesi camie çevrilip Müslümanların ibadetine tahsis edilmiştir. Bu cami ihtiyaca kâfi gelmeyince, Sen Ojen Kilisesi de cami yapılmıştır. Diğer kiliselere ise dokunulmamış, ihtiyaç duyulması halinde yeni kilise inşa edilmesi de yasaklanmamıştır.
Bu konu da eleştiriliyor. “Osmanlı Devleti inançlara müsamaha ile bakıyorsa, neden kiliseleri camie çeviriyor?” diye sorgulanıyor.
Çünkü fatihlerin Cuma namazını kılmak için camie ihtiyaçları vardır. Birkaç gün içinde cami inşa edilemeyeceğine göre, bu bir mecburiyettir. Osmanlı, kiliseyi yıkmıyor, sadece dönüştürüyor. Oysa aynı çağda Katolikler bir Ortodoks bölgeyi istila ettiklerinde, önce Ortodoks kiliselerini yıkıyorlardı.
Ortodokslar da Protestanlara aynı şekilde davranıyordu. O çağda sadece Osmanlılar mâbed yıkmıyor, yeni mâbed inşa edilmesini yasaklamıyor, yalnızca ihtiyaç duyulan sayıda kiliseyi camie çeviriyorlardı.
Yavuz BAĞADIROĞLU
Osmanlı’da temizlik anlayışı ve su medeniyeti
Madem ki “temizlik imandandır” ve su her türlü temizliğin ana malzemesidir, günde beş kez abdest alan Osmanlı insanının su ile haşır-neşir olması ve bir su kültürü, hattâ medeniyeti oluşturması kaçınılmazdı.
İşte bu yüzden, “Su gibi aziz ol” duası, asırlar boyunca en makbul dualardan biri sayılmıştır.
Su gibi aziz olmak, su kadar verici, canlandırıcı, dinamik, güçlü, mütevazı, neşeli, izzetli, kıymetli, temiz, mübarek, kararlı ve azimli olmaktır...
Su ile haşır-neşir olmak ise hayatla bütünleşmek anlamına gelir.
Öncelikle su vericidir: Kendini karşılıksız verir...
Dinamiktir: Bıkmak-usanmak bilmez, asla gerilemez. Mutlaka yatağını bulur ve yatağında akar.
Hareketlidir: Hem canlı gibidir, hem de canlandırıcıdır...
Neşelidir: Şarkılar söyleyerek akar... Bu yüzden su sesinin keyiflendirici ve yatıştırıcı bir özelliği vardır... Ecdad, suyun bu özelliğini çok eskiden keşfetmiş, su musıkisini akıl hastalıklarının tedavisinde kullanmıştır.
Mütevazıdır: Sürünerek akar...
İzzetlidir: Asla boyun bükmez. Hüküm altına girmez (Denizlere kim hükmedebilmiş ki)?..
Güçlü, kararlı ve istikrarlıdır: Kararlı ve istikrarlı bir şekilde belli aralıklarla düşen bir damlacık su bile en sert kayaları oyabilir...
Kıymetlidir: Susuz yaşanmaz. Her canlı suya muhtaçtır: Bu itibarla su hayattır.
Temizdir: Hem kendini arındırır, hem de tüm kirleri temizler...
Azimlidir: Binlerce yıl akmaktan bıkmaz...
Önemlidir: Allah suyun önemini ve mahiyetini, Furkan Sûresi, 48, 49’uncu âyetlerde vurgulayarak, şöyle buyurmuştur: “Biz, ölü olan toprağa can vermek, yarattığımız nice hayvanların ve nice insanların susuzluğunu gidermek için gökten tertemiz su indirdik”.
Mübarektir: O kadar ki, Fuzuli, “Su Kasidesi” olarak da anılan meşhur “Kasîde der na’t-ı Nebevî”sinde, Peygamber Efendimiz’le suyu özdeşleştirmiştir.
“Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlara su,
“Kim bu denlü dutuşan odlara kılmaz çâre su…
“Hâk-i pâyine yetem dir ömrlerdür muttasıl,
“Başını daşdan daşa urup gezer âvâre su…
“Yâ Habîballah yâ Hayre’l beşer müştakunam,
“Eyle kim leb-teşneler yanub diler hemvâra su…
“Sensen ol bahr-ı kerâmet kim şeb-i Mi'râc’da,
“Şebnem-i feyzün yetürmiş sâbit ü seyyâra su…
“Umduğum oldur ki, rûz-ı haşr mahrûm olmayam,
“Çeşm-i vaslun vire men teşne-i dîdâra su.”
Kısacası, Osmanlı suyun hikmetini idrak etmiş, önce bir “Su Kültürü” oluşturmuş, ardından da suyu medeniyete dönüştürmüştür.
Edmondo de Amicis yıllarca ceddimizle iç içe yaşadıktan sonra, 1883 yılında Paris’te yayınladığı “Constantinople” isimli eserinde şunları yazıyor: “Türkler çok temizdir... Yüzler, eller, ayaklar tertemiz, yamalı kıyafet pek az ve hele kirlisi hemen hiç yoktur...”
M. de Thevenot, 1665 yılında Paris’te yayınladığı “Relation d’un voyage fait an Levant” isimli eserinde, Osmanlı ceddimizin su ile bütünleşmeleri sebebiyle sık sık hastalanmadıklarını söyler:
“Türkler çok yaşarlar ve az hasta olurlar... Öyle zannediyorum ki, Türklerin bu mükemmel sıhhatlerinin başlıca sebeplerinden biri de sık sık hamama gitmeleri ve yiyip içmedeki itidalleridir. Çünkü az yemek yerler, Hıristiyanlar gibi karma karışık şeyler yemezler, içki âlemleri yapmazlar ve daima idman yaparlar.”
Uzun yıllar ülkemizde kalan Comte de Marsigil, yere tükürmedikleri için atalarımızı eleştirir:
“Türkler hiçbir zaman yere tükürmezler. Daima yutkunurlar. Bunun için de saçlarında sakallarında bir hararet olur ve zamanla saçları, kaşları, sakalları dökülür.”
Ceddimiz bu temizlik anlayışını İslamın önerisi istikametinde oluşturulan su kültürüne borçludur.
Osmanlı’nın su ile bütünlenmiş hali, 1552 yılında Osmanlılara esir düşüp, üç yıl boyunca Kaptan-ı Derya Sinan Paşa’nın yanında kalan ve bu süre içinde kölelikten hekimliğe yükselen İspanyol Pedro’nun kaleme aldığı, “Kânunî Devrinde İstanbul” isimli kitabında şöyle anlatılır:
“İspanya’da ömrü boyunca iki kere yıkanmış hiçbir kadın ve erkek göremezsiniz. Türkler ise sık sık yıkanırlar. Türk hamamlarında bol su harcanır. Dünyada İstanbul kadar çeşmesi olan hiçbir şehir yoktur, her sokakta muhakkak bir çeşmeye rastlanır.”
Bu durum sadece İspanya’ya has bir durum değil, o dönem Avrupa’sında geçerli bir yaşam biçimidir. Zaten o dönem Avrupa’sında, doktorlar banyo tavsiye etmedikçe yıkanmanın sağlık açısından son derece zararlı olduğuna inanılırdı.
Doktor John: “Kulaklara su kaçırmamak şartıyla sadece başınızı yıkayabilirsiniz” diyordu.
Jean de Renoe isimli başka bir doktor ise “Sadece ellerinizi ve ayaklarınızı yıkamanızda bir mahzur yoktur; başa su sürmek, son derece tehlikelidir. Unutmamalıdır ki, başa sürülen su, her türlü derdin kaynağıdır” görüşünü savunuyordu.
Yazar Theophrashe Renaudot su konusuda daha temkinliydi: “Doktorlar tavsiye etmedikçe banyo yapmak sadece lüzumsuz bir hareket değil, tehlikelidir de... En büyük zararı da müstakbel annelerin karınlarındaki hayat meyvelerini yok etmesidir.”
XVI. yüzyılda Aziz Benedik, “Banyoya, ancak bazı durumlarda izin verilebileceğini” söylüyordu.
Aziz Francis ise “Yıkanmamış vücut dindarlığın işaretidir” diyerek, yıkanan Hıristiyanları neredeyse “kâfir” ilan ediyordu:
İspanya Kraliçesi İzabel, biri doğumunda, diğeri gerdek gecesi olmak üzere, tüm hayatında sadece iki kez yıkanmış olmakla övünüyordu.
Yavuz Bahadıroğlu
İşte bu yüzden, “Su gibi aziz ol” duası, asırlar boyunca en makbul dualardan biri sayılmıştır.
Su gibi aziz olmak, su kadar verici, canlandırıcı, dinamik, güçlü, mütevazı, neşeli, izzetli, kıymetli, temiz, mübarek, kararlı ve azimli olmaktır...
Su ile haşır-neşir olmak ise hayatla bütünleşmek anlamına gelir.
Öncelikle su vericidir: Kendini karşılıksız verir...
Dinamiktir: Bıkmak-usanmak bilmez, asla gerilemez. Mutlaka yatağını bulur ve yatağında akar.
Hareketlidir: Hem canlı gibidir, hem de canlandırıcıdır...
Neşelidir: Şarkılar söyleyerek akar... Bu yüzden su sesinin keyiflendirici ve yatıştırıcı bir özelliği vardır... Ecdad, suyun bu özelliğini çok eskiden keşfetmiş, su musıkisini akıl hastalıklarının tedavisinde kullanmıştır.
Mütevazıdır: Sürünerek akar...
İzzetlidir: Asla boyun bükmez. Hüküm altına girmez (Denizlere kim hükmedebilmiş ki)?..
Güçlü, kararlı ve istikrarlıdır: Kararlı ve istikrarlı bir şekilde belli aralıklarla düşen bir damlacık su bile en sert kayaları oyabilir...
Kıymetlidir: Susuz yaşanmaz. Her canlı suya muhtaçtır: Bu itibarla su hayattır.
Temizdir: Hem kendini arındırır, hem de tüm kirleri temizler...
Azimlidir: Binlerce yıl akmaktan bıkmaz...
Önemlidir: Allah suyun önemini ve mahiyetini, Furkan Sûresi, 48, 49’uncu âyetlerde vurgulayarak, şöyle buyurmuştur: “Biz, ölü olan toprağa can vermek, yarattığımız nice hayvanların ve nice insanların susuzluğunu gidermek için gökten tertemiz su indirdik”.
Mübarektir: O kadar ki, Fuzuli, “Su Kasidesi” olarak da anılan meşhur “Kasîde der na’t-ı Nebevî”sinde, Peygamber Efendimiz’le suyu özdeşleştirmiştir.
“Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlara su,
“Kim bu denlü dutuşan odlara kılmaz çâre su…
“Hâk-i pâyine yetem dir ömrlerdür muttasıl,
“Başını daşdan daşa urup gezer âvâre su…
“Yâ Habîballah yâ Hayre’l beşer müştakunam,
“Eyle kim leb-teşneler yanub diler hemvâra su…
“Sensen ol bahr-ı kerâmet kim şeb-i Mi'râc’da,
“Şebnem-i feyzün yetürmiş sâbit ü seyyâra su…
“Umduğum oldur ki, rûz-ı haşr mahrûm olmayam,
“Çeşm-i vaslun vire men teşne-i dîdâra su.”
Kısacası, Osmanlı suyun hikmetini idrak etmiş, önce bir “Su Kültürü” oluşturmuş, ardından da suyu medeniyete dönüştürmüştür.
Edmondo de Amicis yıllarca ceddimizle iç içe yaşadıktan sonra, 1883 yılında Paris’te yayınladığı “Constantinople” isimli eserinde şunları yazıyor: “Türkler çok temizdir... Yüzler, eller, ayaklar tertemiz, yamalı kıyafet pek az ve hele kirlisi hemen hiç yoktur...”
M. de Thevenot, 1665 yılında Paris’te yayınladığı “Relation d’un voyage fait an Levant” isimli eserinde, Osmanlı ceddimizin su ile bütünleşmeleri sebebiyle sık sık hastalanmadıklarını söyler:
“Türkler çok yaşarlar ve az hasta olurlar... Öyle zannediyorum ki, Türklerin bu mükemmel sıhhatlerinin başlıca sebeplerinden biri de sık sık hamama gitmeleri ve yiyip içmedeki itidalleridir. Çünkü az yemek yerler, Hıristiyanlar gibi karma karışık şeyler yemezler, içki âlemleri yapmazlar ve daima idman yaparlar.”
Uzun yıllar ülkemizde kalan Comte de Marsigil, yere tükürmedikleri için atalarımızı eleştirir:
“Türkler hiçbir zaman yere tükürmezler. Daima yutkunurlar. Bunun için de saçlarında sakallarında bir hararet olur ve zamanla saçları, kaşları, sakalları dökülür.”
Ceddimiz bu temizlik anlayışını İslamın önerisi istikametinde oluşturulan su kültürüne borçludur.
Osmanlı’nın su ile bütünlenmiş hali, 1552 yılında Osmanlılara esir düşüp, üç yıl boyunca Kaptan-ı Derya Sinan Paşa’nın yanında kalan ve bu süre içinde kölelikten hekimliğe yükselen İspanyol Pedro’nun kaleme aldığı, “Kânunî Devrinde İstanbul” isimli kitabında şöyle anlatılır:
“İspanya’da ömrü boyunca iki kere yıkanmış hiçbir kadın ve erkek göremezsiniz. Türkler ise sık sık yıkanırlar. Türk hamamlarında bol su harcanır. Dünyada İstanbul kadar çeşmesi olan hiçbir şehir yoktur, her sokakta muhakkak bir çeşmeye rastlanır.”
Bu durum sadece İspanya’ya has bir durum değil, o dönem Avrupa’sında geçerli bir yaşam biçimidir. Zaten o dönem Avrupa’sında, doktorlar banyo tavsiye etmedikçe yıkanmanın sağlık açısından son derece zararlı olduğuna inanılırdı.
Doktor John: “Kulaklara su kaçırmamak şartıyla sadece başınızı yıkayabilirsiniz” diyordu.
Jean de Renoe isimli başka bir doktor ise “Sadece ellerinizi ve ayaklarınızı yıkamanızda bir mahzur yoktur; başa su sürmek, son derece tehlikelidir. Unutmamalıdır ki, başa sürülen su, her türlü derdin kaynağıdır” görüşünü savunuyordu.
Yazar Theophrashe Renaudot su konusuda daha temkinliydi: “Doktorlar tavsiye etmedikçe banyo yapmak sadece lüzumsuz bir hareket değil, tehlikelidir de... En büyük zararı da müstakbel annelerin karınlarındaki hayat meyvelerini yok etmesidir.”
XVI. yüzyılda Aziz Benedik, “Banyoya, ancak bazı durumlarda izin verilebileceğini” söylüyordu.
Aziz Francis ise “Yıkanmamış vücut dindarlığın işaretidir” diyerek, yıkanan Hıristiyanları neredeyse “kâfir” ilan ediyordu:
İspanya Kraliçesi İzabel, biri doğumunda, diğeri gerdek gecesi olmak üzere, tüm hayatında sadece iki kez yıkanmış olmakla övünüyordu.
Yavuz Bahadıroğlu
Mevlana gündelik hayatımızın neresinde?
Aristoteles; "Bilgeler prensipleri, esasları koyanlardır" der. O esasları açarak hayata tatbik etmek ise bilgeleri izleyen mütefekkirlerce gerçekleştirilir. Prensip vazetmek 'küllî akıl' ile 'evrensel ruh' ile irtibat kurulmasını gerektiren bir yüce iş olduğundan bunu yapabilen bilge sayısı da doğal olarak azdır. Fakat siz bu kişileri ortaya koymuş oldukları düşünce tarzlarının oluşturduğu medeniyetler, sanatlar ve edebiyatların arkasında rahatlıkla görebilirsiniz. Tabii ki, olan bitene sadece olgular ve sonuçlar düzeyinden bakmak eşyanın hakikatini bize veremez. Oluşum ve sebepler düzeyinden alarak görebilme bilgi düzeyine çıkılmadıkça da zaten "ilim" gerçekleşmez. Çünkü ilim, evrende olup biten arasındaki irtibatı kurabilme sanatıdır. Bazı toplumsal, siyasal ve sanatsal olguların arkasında hep bir fikir babası vardır. Bir tabloyu yorumlarken, bir mimari eseri incelerken, bir melodiyi dinlerken veyahut bir laboratuvarda çalışırken çıkar karşınıza dikilirler bu abide şahsiyetler. Çin medeniyetinin arkasından Konfüçyüs, antik Grek'in sokaklarından Platon, Roma İmparatorluğu'nun ihtişamından Marcus Aurelius, Rönesans'ın arkasından Averroes tebessüm eder. Uzun insanlık tarihinin her devresinin sanat eserleri kadar yönetim biçimlerini de o şahsiyetlerin nefeslerinden bağımsız olarak düşünemezsiniz. Hindistan yarımadasında Tac Mahal gibi bir şaheserin Muhyiddin İbn Arabî'nin Mekke Fetihleri kitabından ilhamla yapıldığı biliniyorsa, Osmanlı Devleti'nin birden çok din ve kavmi "millet sistemi" anlayışı altında bir arada tutabilmesinin fikrî şablonunun tasavvuf düşüncemizin "birlik içerisinde çokluk" (kesret der vahdet) anlayışından alındığı da bir gerçektir. Ne var ki muayyen bir kültür ve medeniyet çizgisini belirleyen kurucu figürlerin kimler olduğunu doğru tespit etmek gerekir. Her yapıyı kendi referans sistemi içerisinde değerlendirmek en doğrusudur. Aksi ise bizim kendi referanslarımızla o tarihî dönemi yorumlamaya kalkışmak olur ki bu bir bilimsel saptırma örneğidir. Bunun en bariz örneği ise hemen hemen bütün referanslarının İbn Arabî ve Mevlânâ ikilisine dayandığı bütün yönleriyle âşikâr olan bir Osmanlı kültür dünyasını İbn Rüşd ve Câbirî ikilisinin referanslarıyla okumaya kalkışmadaki yanlışlıktır.
İnsanın kendi gerçeğine olan özlemi
Modernizmin akıl ve teknik tasvirlerinin büyüsüne kanan modern Müslüman aydın her ne kadar görmezden gelse de "Osmanlı insanı"nı araştıran uzmanlar onu bir elinde Mesnevi bir elinde pilav kaşığı tutan bir adam şeklinde tarif ederler. O dönemde birçok şair şiirine konuyu Mesnevi'nin müellifi Mevlânâ'dan aldı. Birçok metin onun görüşlerini şerh etmek üzere yazıldı. Kitabını okumak ve okutmak üzere Mesnevihaneler adıyla eğitim müesseseleri açıldı. İlhamını ondan alan pek çok beste yapıldı. İmparatorluğu ziyarete gelen hemen hemen bütün seyyahlar ya yazılarında veyahut çizimlerinde onun dervişlerinden bahsettiler, onları resmettiler. Bu irfan meclislerinin müdavimleri arasında sultanlar, vezirler, şeyhülislamlar başköşelerde yer aldı. Devletin en mühim meşveret toplantılarında ise Eflatun'un bu ihtiyarlarına görüşleri soruldu, dedikleri kanunlaştırıldı.
Peki, acaba Selçuklu ve baştan başa bir Osmanlı zihniyet dünyasını anlamamızın en mühim anahtarlarından birisi olan böylesi bilgeler bugün bize ne ifade ediyorlar? Bugünün Müslüman tipi neden eslâfından daha mesafeli durmaktadır böylesi kurucu şahsiyetlere? Geleneksel değerler sistemi parçalanmamış toplumlarda yüksek payelerle taçlandırılan bu bilgeler modernlikle beraber neden anlaşılmaz oldular? Gerçekte onlar mı anlaşılmazdı yoksa bizler mi anlaşılmaz olduk? Manasında kayma olan biz miydik onlar mı?
Psikologlar ruh sağlığı bozulan modern insanı tedavi etmek üzere 800'e baliğ olan tedavi yöntemi geliştirdiklerini söylerler. Son zamanlarda ciddi tedavi merkezlerinde bu tedavi yöntemleri arasına Mevlânâ'dan alınan düsturlar üzerine oturan tasavvufi yöntemleri de katanların sayısında artış olması calibi-i dikkattir. Mesela varoluşsal psikiyatride sorunun kökenlerine inilir ve kişinin varlıkla irtibatının anlamlı kılınmasında yaşanılan enerji kesintisi yeniden kurulmaya çalışılır. Mevlânâ tam da bu noktada restoratör olarak devreye girer, kişinin kendini tanımasına yardımcı olur. Yine doğaya yönelik tahribatın yerküreyi nasıl yaşanılmaz hale getirdiğine isyan eden birçok çevre kuruluşunun manifestolarında Mevlânâ'dan deyişlere rastlanılması onun restoratörlüğünün her alanda sürdüğünün bir göstergesidir. Onun "Fîhî-mâ-fîhî" kitabının isminin İngilizceye tercümesi o dilde yeni bir deyim oluşmasını sağladı. Baba Bush'un seçimi kaybettiğinde bu deyimi kullanarak yaptığı basın açıklamasında dediği gibi, "Olan oldu". Tıpkı Türkçemizin "Eyvallah" tabirini, "Aşk olsun" tabirini o ocaklardan devşirdiği gibi diğer diller de bu bilgenin sözlerinden tesirler aldı. Birleşmiş Milletler binasının girişinde yazan "İnsanlık birbirinin âzâsıdır" cümlesinin bir diğer sûfî mütefekkir Sa'dî'nin "Benî âdem a'zây-ı yek-dîgerend" sözünün tercümesi olduğunu orada daimi temsilciliği bulunan kaç Müslüman ülkenin temsilcisi bilmektedir acaba?
Bütün dünyada Mevlânâ'nın görüşlerine her geçen gün artan rağbetin arkasında yatan gerçek, aslında insanın kendi gerçeğine olan özlemdir. İdeolojiler ve teknolojik oyuncaklar insana bunu sunamadılar. Aslında ideolojiler insan hayatının anlamını değiştirmek suretiyle onun hayatından çaldılar. Hayatının anlamını değiştirerek onu yanlış yere yönlendirdiler. Böylece modern insanın sorunlarını geleneksel insanın sorunlarından daha karmaşık ve varoluşsal hale getirdiler. Zira maneviyatından koparılan din, modernlerin elinde sadece bir sosyal olguya indirgenince toplumsalın yoğunluğu altında ezilen insan kendini kaybetti. Kendi varlığının sırrını, kutsallığını yitirdi. Günümüzde bu kırılmayı fark eden bazı dünya aydınları artık en temel varoluşsal sorular üzerinde yoğunlaşmaya başladılar. Zamanımızda ontolojiye yapılan referanslar adeta ortaçağ felsefesini geçti. Varoluşun gayesi günümüzün en temel felsefi sorusu oldu.
Oysa geleneksel düşüncede insan, Allah'ın kendisiyle konuştuğu yegâne varlıktı. O'nun ruhunu taşımaktaydı. O'nun sûreti üzere yaratılmıştı. O'nun isimlerini yüklenmişti. Bu varoluşsal kimliği insanın aynı zamanda vatanı ve huzur eviydi. Bundan gayrı bir yerde, bundan gayrı bir kimlikte o garip kalacak, yabancı kalacaktı. Şunu açıkça söyleyebiliriz ki bu unuttuğu kimliğini çağımız insanına hatırlatan en mühim bilge Mevlânâ oldu. Kitaplarının tercüme edildiği dillerde en fazla satanlar listelerinde yer alması bu gerçeğin bir göstergesidir. İnsanlık onda kendini buldu. Kimseye yabancı gelmedi onun söyledikleri. O sadece insanlık durumuna bir tercüman oldu.
Peki, bu gidişat karşısında bizim mütefekkirlerimiz ve yöneticilerimiz hangi konumdalar? Bu sorunun cevabını Tanzimat'a kadar geri götürerek incelemek mümkünse de aslında asıl kopuş 1980'lerden sonra oluştu. 'Bedenler ölse bile ruh ölümsüzdür' düsturundan hareketle müesseseler kapansa bile düşünceleri sürer diyebiliriz. Bu açıdan bize göre Mevlânâ 1980'lere kadar bir şekilde yaşadı. Hasan Ali Yücel'in Kemalizm'i yerini Stalinistleştirilmiş Kemalizm'e bırakınca, Mehmet Akif'in İslamcılığı yerini "İslamcı yazar!" İslamcılığına bırakınca Mevlânâ işte o zaman öldü. Aslında her iki cenahın da tavırlarında birbirine benzeyen çok yönler var. Belki de her şey zıddı ile kaimdir, fermanınca bunlar da birbirini fikrî manada besler oldular. Nitekim her iki taraf da dünya insanlığının hâl-i hazırdaki durumunu doğru okuyabilmiş ve reçete sunabilmiş değiller. Rasyonalizmin doğum yeri olan ileri Batı toplumları insanın bilme melekelerini duygusal akılla beraber daha da genişletmeye çalışırken (ki bu durum asli ve geleneksel akıl teorilerine geri dönüştür) ülkemizin bazı ilahiyatçıları ve İslamcı yazarları onlara rasyonalizm vaazları vermeye kalktılar. O toplumlarda duygusal zekâsı olmayanları işe dahi almazlarken bizde neredeyse dindarlığı bile IQ testi ile ölçen yaklaşımlar gelişti. Geleneksel düşünceden koptukları için "Akleden kalpleri olsun." [22/46] ayeti kendilerine gösterilince çok şaşıran "İslamcı yazar"larla karşılaşır olduk. İslam sanatı ve estetiğine haram gözüyle bakan bazı körfez uleması bu ülkelerdeki sanat anlayışının ekseninin kaymasının fikrî arka planını hazırlamış oldular. Bugün sanat eseri olarak sadece beş yıldızlı gökdelen oteller ve alışveriş merkezlerini gösterir olmaları gerçekten çok düşündürücüdür. Çünkü artık buralardaki tevhit anlayışı ne Medine Mevlevîhânesi şeyhi Aşkî Mustafa Efendi'nin Vahdetnâme'sinde anlatılana ve ne de Medîne şehri aynı zatın kaleme aldığı üç ciltlik Medîne Tarihi'ndeki şehre benzemektedir. Yine aynı zat huzûr-ı Nebevî'de yazdığı, meyi İlâhî aşka, sâkîyi Hz. Peygamber'e ve Kâbe'yi de meyhâneye benzettiği o muhteşem Sâkînâme mesnevîsini iyi ki Türkçe kaleme almıştı. Zira bu husus kimilerinin onu Mansur'un dârına çekmelerinden koruyacaktı.
"Aynı gönlü paylaşanlar"
Sağ olsun UNESCO bu yıl insanlığa unuttuğumuz bir gerçeği daha hatırlattı. Bu sayede Mevlânâ Celâleddîn Rûmî'nin doğumunun 800. yılında değişik faaliyetlerle onu anmış olduk. Peki, yukarıda arz etmeye çalıştığımız üzere bütün dünyanın onun görüşlerinden istifadeyle bazı sorunlarına çözüm aramaları bizim toplumumuzda ne kadar karşılığını buldu dersiniz. Yukarıda da belirttiğimiz gibi devletin Hasan Ali Yücel çizgisinden gelerek onu farklılaştıran yerleşik bürokrasisi ile büyük şair Mehmet Akif çizgisinden gelip o çizgiyi selefileştiren dindar kanadı aslında birbirlerinin aynısı muamelede bulundular bu durum karşısında. Birtakım münferit gayretlerin dışında tam bir ilgisizlik ve lakaytlık sergilendi üst kademelerde. Yurtiçinde ve yurtdışında yapılan bütün etkinlikler ise alt kademelerdeki insanların büyük özverileriyle gerçekleşti.
Hatırlarsınız Kemal Derviş Türkiye ekonomisini düze çıkarsın diye anavatanına davet edildiğinde önce verileri incelemek üzere çalışma odasına kapanmıştı. Birkaç gün sonra o odadan çıkıp ilk açıklamasını yaptığında, "Beyler Türkiye'nin sorunu ekonomikmiş gibi gözüküyor, oysa psikolojik." derken neyi kastediyordu acaba? Gazete köşelerinde unutulup gitti bu söz. Psiko-filozofik referanslarındaki tıkanma mı kastedilmişti acaba? Ve o kastedilen şeyin çözümüne Mevlânâ'nın bir katkısı olamaz mıydı? Bilinmiş olsaydı çözüme katkısı olacağından eminiz. Ülkemizin etnik unsurlarını bir araya nasıl getiririz arayışında olanlar (tabii ki varsa) acaba, "Aynı gönlü paylaşanlar aynı dili konuşanlardan yeğdir" diyen Mevlânâ'dan neden istifade etmeyi düşünmezler? "Biz birleştirmeye geldik ayırmaya değil" diyen yine o değil mi? Kültürel ve manevi planda kolaylıkla ve de kansız halledilebilecek olan bu husus neden sadece cebrî tedbirlerle çözmede ısrar ediliyor? Mevlânâ felsefesi bilinmediği ve de izlenmediği için bu böyledir. Alevî-Sünnî kardeşliğini tesis etmeye çalıştığını iddia edenler, "Mezhebimiz aşktır bizim" diyen bir Mevlânâ için niye bir hutbe dahi okutmazlar. Eskiden İstanbul'un belli başlı selâtin camilerinin vakfiyelerinde Mesnevî dersleri yapılması şartı varken niye şimdilerde camilerimizde Mevlânâ'dan bir beyit bile okunmaz oldu? Netice itibarıyla şunu söyleyebiliriz: Mevlânâ bir zirvedir. Bu zirvelere çıkabilen fertler ve toplumlar yükselirler. Kendisini anladığımız ve takdir ettiğimiz zaman ülkemizin insanı da, toplumu da, devleti de bir başka olacaktır. Bir mihenk taşıdır o. Bir toplumun kalitesini anlamada kullanabilirsiniz. Bu yıl kullandık. Sonuç: Daha çok yolumuz var! Bakalım Mevlânâ'nın doğumunun 801. yılı olan 2008'de kredi notumuz nasıl seyredecek! Mamafih, onun dediği gibi; ümitsizlik dergâhı değil bizim kapımız, kırk kere gelenekten sapsan da, kırk kere onu anlamasan da yine gel!
İnsanın kendi gerçeğine olan özlemi
Modernizmin akıl ve teknik tasvirlerinin büyüsüne kanan modern Müslüman aydın her ne kadar görmezden gelse de "Osmanlı insanı"nı araştıran uzmanlar onu bir elinde Mesnevi bir elinde pilav kaşığı tutan bir adam şeklinde tarif ederler. O dönemde birçok şair şiirine konuyu Mesnevi'nin müellifi Mevlânâ'dan aldı. Birçok metin onun görüşlerini şerh etmek üzere yazıldı. Kitabını okumak ve okutmak üzere Mesnevihaneler adıyla eğitim müesseseleri açıldı. İlhamını ondan alan pek çok beste yapıldı. İmparatorluğu ziyarete gelen hemen hemen bütün seyyahlar ya yazılarında veyahut çizimlerinde onun dervişlerinden bahsettiler, onları resmettiler. Bu irfan meclislerinin müdavimleri arasında sultanlar, vezirler, şeyhülislamlar başköşelerde yer aldı. Devletin en mühim meşveret toplantılarında ise Eflatun'un bu ihtiyarlarına görüşleri soruldu, dedikleri kanunlaştırıldı.
Peki, acaba Selçuklu ve baştan başa bir Osmanlı zihniyet dünyasını anlamamızın en mühim anahtarlarından birisi olan böylesi bilgeler bugün bize ne ifade ediyorlar? Bugünün Müslüman tipi neden eslâfından daha mesafeli durmaktadır böylesi kurucu şahsiyetlere? Geleneksel değerler sistemi parçalanmamış toplumlarda yüksek payelerle taçlandırılan bu bilgeler modernlikle beraber neden anlaşılmaz oldular? Gerçekte onlar mı anlaşılmazdı yoksa bizler mi anlaşılmaz olduk? Manasında kayma olan biz miydik onlar mı?
Psikologlar ruh sağlığı bozulan modern insanı tedavi etmek üzere 800'e baliğ olan tedavi yöntemi geliştirdiklerini söylerler. Son zamanlarda ciddi tedavi merkezlerinde bu tedavi yöntemleri arasına Mevlânâ'dan alınan düsturlar üzerine oturan tasavvufi yöntemleri de katanların sayısında artış olması calibi-i dikkattir. Mesela varoluşsal psikiyatride sorunun kökenlerine inilir ve kişinin varlıkla irtibatının anlamlı kılınmasında yaşanılan enerji kesintisi yeniden kurulmaya çalışılır. Mevlânâ tam da bu noktada restoratör olarak devreye girer, kişinin kendini tanımasına yardımcı olur. Yine doğaya yönelik tahribatın yerküreyi nasıl yaşanılmaz hale getirdiğine isyan eden birçok çevre kuruluşunun manifestolarında Mevlânâ'dan deyişlere rastlanılması onun restoratörlüğünün her alanda sürdüğünün bir göstergesidir. Onun "Fîhî-mâ-fîhî" kitabının isminin İngilizceye tercümesi o dilde yeni bir deyim oluşmasını sağladı. Baba Bush'un seçimi kaybettiğinde bu deyimi kullanarak yaptığı basın açıklamasında dediği gibi, "Olan oldu". Tıpkı Türkçemizin "Eyvallah" tabirini, "Aşk olsun" tabirini o ocaklardan devşirdiği gibi diğer diller de bu bilgenin sözlerinden tesirler aldı. Birleşmiş Milletler binasının girişinde yazan "İnsanlık birbirinin âzâsıdır" cümlesinin bir diğer sûfî mütefekkir Sa'dî'nin "Benî âdem a'zây-ı yek-dîgerend" sözünün tercümesi olduğunu orada daimi temsilciliği bulunan kaç Müslüman ülkenin temsilcisi bilmektedir acaba?
Bütün dünyada Mevlânâ'nın görüşlerine her geçen gün artan rağbetin arkasında yatan gerçek, aslında insanın kendi gerçeğine olan özlemdir. İdeolojiler ve teknolojik oyuncaklar insana bunu sunamadılar. Aslında ideolojiler insan hayatının anlamını değiştirmek suretiyle onun hayatından çaldılar. Hayatının anlamını değiştirerek onu yanlış yere yönlendirdiler. Böylece modern insanın sorunlarını geleneksel insanın sorunlarından daha karmaşık ve varoluşsal hale getirdiler. Zira maneviyatından koparılan din, modernlerin elinde sadece bir sosyal olguya indirgenince toplumsalın yoğunluğu altında ezilen insan kendini kaybetti. Kendi varlığının sırrını, kutsallığını yitirdi. Günümüzde bu kırılmayı fark eden bazı dünya aydınları artık en temel varoluşsal sorular üzerinde yoğunlaşmaya başladılar. Zamanımızda ontolojiye yapılan referanslar adeta ortaçağ felsefesini geçti. Varoluşun gayesi günümüzün en temel felsefi sorusu oldu.
Oysa geleneksel düşüncede insan, Allah'ın kendisiyle konuştuğu yegâne varlıktı. O'nun ruhunu taşımaktaydı. O'nun sûreti üzere yaratılmıştı. O'nun isimlerini yüklenmişti. Bu varoluşsal kimliği insanın aynı zamanda vatanı ve huzur eviydi. Bundan gayrı bir yerde, bundan gayrı bir kimlikte o garip kalacak, yabancı kalacaktı. Şunu açıkça söyleyebiliriz ki bu unuttuğu kimliğini çağımız insanına hatırlatan en mühim bilge Mevlânâ oldu. Kitaplarının tercüme edildiği dillerde en fazla satanlar listelerinde yer alması bu gerçeğin bir göstergesidir. İnsanlık onda kendini buldu. Kimseye yabancı gelmedi onun söyledikleri. O sadece insanlık durumuna bir tercüman oldu.
Peki, bu gidişat karşısında bizim mütefekkirlerimiz ve yöneticilerimiz hangi konumdalar? Bu sorunun cevabını Tanzimat'a kadar geri götürerek incelemek mümkünse de aslında asıl kopuş 1980'lerden sonra oluştu. 'Bedenler ölse bile ruh ölümsüzdür' düsturundan hareketle müesseseler kapansa bile düşünceleri sürer diyebiliriz. Bu açıdan bize göre Mevlânâ 1980'lere kadar bir şekilde yaşadı. Hasan Ali Yücel'in Kemalizm'i yerini Stalinistleştirilmiş Kemalizm'e bırakınca, Mehmet Akif'in İslamcılığı yerini "İslamcı yazar!" İslamcılığına bırakınca Mevlânâ işte o zaman öldü. Aslında her iki cenahın da tavırlarında birbirine benzeyen çok yönler var. Belki de her şey zıddı ile kaimdir, fermanınca bunlar da birbirini fikrî manada besler oldular. Nitekim her iki taraf da dünya insanlığının hâl-i hazırdaki durumunu doğru okuyabilmiş ve reçete sunabilmiş değiller. Rasyonalizmin doğum yeri olan ileri Batı toplumları insanın bilme melekelerini duygusal akılla beraber daha da genişletmeye çalışırken (ki bu durum asli ve geleneksel akıl teorilerine geri dönüştür) ülkemizin bazı ilahiyatçıları ve İslamcı yazarları onlara rasyonalizm vaazları vermeye kalktılar. O toplumlarda duygusal zekâsı olmayanları işe dahi almazlarken bizde neredeyse dindarlığı bile IQ testi ile ölçen yaklaşımlar gelişti. Geleneksel düşünceden koptukları için "Akleden kalpleri olsun." [22/46] ayeti kendilerine gösterilince çok şaşıran "İslamcı yazar"larla karşılaşır olduk. İslam sanatı ve estetiğine haram gözüyle bakan bazı körfez uleması bu ülkelerdeki sanat anlayışının ekseninin kaymasının fikrî arka planını hazırlamış oldular. Bugün sanat eseri olarak sadece beş yıldızlı gökdelen oteller ve alışveriş merkezlerini gösterir olmaları gerçekten çok düşündürücüdür. Çünkü artık buralardaki tevhit anlayışı ne Medine Mevlevîhânesi şeyhi Aşkî Mustafa Efendi'nin Vahdetnâme'sinde anlatılana ve ne de Medîne şehri aynı zatın kaleme aldığı üç ciltlik Medîne Tarihi'ndeki şehre benzemektedir. Yine aynı zat huzûr-ı Nebevî'de yazdığı, meyi İlâhî aşka, sâkîyi Hz. Peygamber'e ve Kâbe'yi de meyhâneye benzettiği o muhteşem Sâkînâme mesnevîsini iyi ki Türkçe kaleme almıştı. Zira bu husus kimilerinin onu Mansur'un dârına çekmelerinden koruyacaktı.
"Aynı gönlü paylaşanlar"
Sağ olsun UNESCO bu yıl insanlığa unuttuğumuz bir gerçeği daha hatırlattı. Bu sayede Mevlânâ Celâleddîn Rûmî'nin doğumunun 800. yılında değişik faaliyetlerle onu anmış olduk. Peki, yukarıda arz etmeye çalıştığımız üzere bütün dünyanın onun görüşlerinden istifadeyle bazı sorunlarına çözüm aramaları bizim toplumumuzda ne kadar karşılığını buldu dersiniz. Yukarıda da belirttiğimiz gibi devletin Hasan Ali Yücel çizgisinden gelerek onu farklılaştıran yerleşik bürokrasisi ile büyük şair Mehmet Akif çizgisinden gelip o çizgiyi selefileştiren dindar kanadı aslında birbirlerinin aynısı muamelede bulundular bu durum karşısında. Birtakım münferit gayretlerin dışında tam bir ilgisizlik ve lakaytlık sergilendi üst kademelerde. Yurtiçinde ve yurtdışında yapılan bütün etkinlikler ise alt kademelerdeki insanların büyük özverileriyle gerçekleşti.
Hatırlarsınız Kemal Derviş Türkiye ekonomisini düze çıkarsın diye anavatanına davet edildiğinde önce verileri incelemek üzere çalışma odasına kapanmıştı. Birkaç gün sonra o odadan çıkıp ilk açıklamasını yaptığında, "Beyler Türkiye'nin sorunu ekonomikmiş gibi gözüküyor, oysa psikolojik." derken neyi kastediyordu acaba? Gazete köşelerinde unutulup gitti bu söz. Psiko-filozofik referanslarındaki tıkanma mı kastedilmişti acaba? Ve o kastedilen şeyin çözümüne Mevlânâ'nın bir katkısı olamaz mıydı? Bilinmiş olsaydı çözüme katkısı olacağından eminiz. Ülkemizin etnik unsurlarını bir araya nasıl getiririz arayışında olanlar (tabii ki varsa) acaba, "Aynı gönlü paylaşanlar aynı dili konuşanlardan yeğdir" diyen Mevlânâ'dan neden istifade etmeyi düşünmezler? "Biz birleştirmeye geldik ayırmaya değil" diyen yine o değil mi? Kültürel ve manevi planda kolaylıkla ve de kansız halledilebilecek olan bu husus neden sadece cebrî tedbirlerle çözmede ısrar ediliyor? Mevlânâ felsefesi bilinmediği ve de izlenmediği için bu böyledir. Alevî-Sünnî kardeşliğini tesis etmeye çalıştığını iddia edenler, "Mezhebimiz aşktır bizim" diyen bir Mevlânâ için niye bir hutbe dahi okutmazlar. Eskiden İstanbul'un belli başlı selâtin camilerinin vakfiyelerinde Mesnevî dersleri yapılması şartı varken niye şimdilerde camilerimizde Mevlânâ'dan bir beyit bile okunmaz oldu? Netice itibarıyla şunu söyleyebiliriz: Mevlânâ bir zirvedir. Bu zirvelere çıkabilen fertler ve toplumlar yükselirler. Kendisini anladığımız ve takdir ettiğimiz zaman ülkemizin insanı da, toplumu da, devleti de bir başka olacaktır. Bir mihenk taşıdır o. Bir toplumun kalitesini anlamada kullanabilirsiniz. Bu yıl kullandık. Sonuç: Daha çok yolumuz var! Bakalım Mevlânâ'nın doğumunun 801. yılı olan 2008'de kredi notumuz nasıl seyredecek! Mamafih, onun dediği gibi; ümitsizlik dergâhı değil bizim kapımız, kırk kere gelenekten sapsan da, kırk kere onu anlamasan da yine gel!
Hz. Mevlâna büyük bir ummandır...
“Mesnevî, Kur"an"ın tefsiridir” deniyor eserin girişinde. “Peygamber değil ama kitabı var” diyor Molla Cami. Kaymış anlamları yerine oturtmak bahsinde Hz. Mevlânâ"yı nereye yerleştirebiliriz?
Bir kere genel manada bütün ariflerin umumi fonksiyonuna baktığımızda Onların dinin içerisindeki kaymış anlamaları aslına oturtmaya çalışan kimseler olduğunu görürüz. Buna Muhyiddin İbnü"l-Arabî ve Mevlânâ da dahildir.
Genel anlamıyla ehl-i tevildir onlar. Ehli tevil ne demek? “Te"vîl” “evvel”den gelir, yani bir şeyin ilk manasını bilip ona döndüren kişi demektir. Herkes tevil yapamaz. Tevil edebilmesi için evvelîni bilmesi gerekir. Çıkış yerini, bidayetini bilmesi gerekir ki tevil yapabilsin. İbnü"l-Arabî Hazretleri der ki: “Bizim kullandığımız kavramları ilk defa biz kullanıyor değiliz. Bir “vücûd” kavramını ilk defa ben kullanıyor ilk defa ben icat ediyor değilim. Bunlar var olan, mütedavil olan, zaten bilinen kavramlar. Ancak, anlamları kaymıştır. Biz onların içine asıl anlamları neyse onu üfleyen kişileriz. Vücûd kavramı benden evvel de kullanılıyordu. Ama vücûd dedikleri başka, bahsettikleri başka bir şey, gelin size vücûd demek ne demek izah edeyim” diyerek târif ediyor.
Bu yönüyle baktığımız zaman aslında peygamberlerin fonksiyonu da bir bakıma öyledir.
Nebîler ve velîler de müceddid ve muhyî kişilerdir. Yani yeniden anlamı ihyâ eden kişilerdir. Eğer siz bir kavramın, bir konunun aslını bilmiyorsanız o konuda yapacağınıza ihyâ denmez. Ona tahrif denir. Onun için birisi “Ben bu dinde ihyâ yapacağım derse o kişinin ehl-i te"vil olması gerekir ki onda bir te"vil yapabilsin. Müceddid olabilsin. Müceddid olamayan kişinin yapacağı ihyâ faaliyeti de tamamen tahribattır. Tahriptir. Bu gözle baktığımız zaman, evet, Mesnevî Farsça Kur"an tefsiridir. Şimdi, Kur"an"ın tefsiri nasıl olmalıdır, konusuyla alakalı bir husus bu. Bizde tefsir denildiği zaman Kur"an"ın harflerine, ayetlerine ve kelimelerine gramer açıklama getiren kitaplara Kur"an tefsiri der olduk.
Oysa ki Kuran"ın bir de mana tefsiri vardır.
Tabii. Kuran"ın bir de mana tefsiri vardır. Yani Kur"an"ın tefsiri herhangi bir ayetin “ruhu”nu alıp aktarabilmektir. Bu anlamda baktığımız zaman evet Mesnevî Kuran tefsiridir. Bunu Mevlânâ Mesnevî için söylediği gibi, birçok sûfî de kendi eseri için söyler. Mesela Muhyiddin İbn-i Arabî de Fütühat-ı Mekkiyye"si için “Ben bu kitabı Kur"an hazinesinden aldım” der. Bir bakıma Kuran tefsiridir der. Kuran tefsiri, ayetle ayet açıklanması şeklinde değil, mana açıklaması şeklindedir. Ve gerçek ârifler gerçek tefsirin bu olduğunu söylerler. Ötekisini de lengüistik açıklama olarak görürler ki sûfîler için o tefsir değildir, sadece istifâde edilebilir bir çalışmadır.
“Mecâz”ın, ismi müsemmaya bağlamadaki işlevi nedir, Mesnevî"yi bu açıdan ele alabilir miyiz?
Tasavvufta mecâz kelimesinin çok yüksek metafizik bir anlamı vardır. Nedir mecâz, nedir hakîkat. Mecâz ve hakîkat irtibatı hem felsefenin hem de tasavvufun ana konularındandır. Bütün âriflere göre mecâz, hakîkate giden işaretlerdir. Bakınız Allah (cc) “Bunlar âyettir” diyor. Âyet ne demek, işaret demek, hakîkat değil. “İnnehû le Kur"ânun kerîm fî kitâbin meknûn” “Şüphesiz bu Kur"an bir gizli kitabın içindedir” diyor, “Ben size bu kitabı gizli bir kitap içinde gönderdim” diyor. Bir kitap bir kitabın içerisine, gönderildiği gibi, aşağıların aşağısına indiriliyor, çünkü inerken mertebelerde katlanarak iniyor. İnsan da yukarılardan aşağı doğru ulvî âlemden aşağı doğru inen bir hakîkat aslında. Binaenaleyh bu gözle baktığımız zaman, hakîkatler bu süflî yani aşağıya inme âleminde ancak “mecâz” ile ifâde edilebilir, “hakîkaten” ifâde edilemez. Hakîkatler hakîkaten, olduğu gibi ifâde edilecek olsaydı, bütün denizler mürekkep, bütün ağaçlar kalem olsaydı yine de ifâde edilemezdi. Biliyoruz ki peygamberler tarihinde kendine bir sayfa gönderilmiş peygamber var. Kimisine iki sayfa, kimisine sahifeler, suhûf… Fakat kendisine bir sahife gönderilmiş peygamber için dahi şu ifâde kullanılıyor. “Yaş ve kuru ne ararsanız burada var.” Şimdi yaş ve kuruyu eğer fizikî olarak düşünecek olursak bir sayfanın içinde nasıl olsun? Demek ki burada biz bunun içinde işin esprisini, işin prensiplerini gönderdik, detaylarını değil! Ama siz bu prensip, ve düsturlara tâbî olursanız… Mevlânâ"nın o “pergel” metaforunda, mecâzında kullandığı gibi pergelin iğneli ayağını merkeze saplarsanız öbür ayağıyla yetmiş iki âleme yorum yapabilirsiniz, yorum açıktır. Bundan dolayı sûfîler bir yönüyle kaynağa bağlıdırlar, ama diğer elleriyle serbest yorum içerisindedirler. O serbestlikleri bazı medrese ulemâsına ağır gelmiştir. “Hayır efendim! Bu kadar yorum yapılamaz!” demişlerdir. Ancak sûfîlerdeki serbestlik “mutlak serbestlik” değildir, kendileri bir eliyle kaynağa saplanırlar, diğer eliyle serbestlik yaparlar ki bu da en tabii ve insânî oluştur, aksi hali ise pıhtılaşmak ve donmaktan ibarettir ki selefî akâidi ile sûfî akâidi arasındaki en temel fark budur. Birisi donuktur, diğeri ise dinamik bir akâid anlayışı ileri sürer.
Hazreti Mevlânâ"nın gelişim evreleri hakkında neler söyleyebiliriz? Bugünün insanı için bu basamakları tatbik imkânı var mıdır; bununla mükellef miyiz?
Tabiî ki her koyun kendi bacağından asılır… Mevlânâ"nın yaşadığı kendine özgüdür. Biz onları yaşayabilir miyiz? Yaşayabilirseniz yaşarsınız, yaşayamazsanız Mevlânâ olamazsınız.. Mevlânâ"ya soruyorlar: “Sen bu hakîkatleri nasıl elde ettin” diye, “Ben ol da anlarsın!” diyor. Yani Mevlânâ olmadan onu o düzeyde anlamak mümkün değil. Çünkü herkes hakîkate durduğu noktadan bakar. Mevlânâ"nın durduğu yerden hakîkate bakabilmek için Mevlânâ"nın olduğu yere gelmek gerekir.
Hz. Mevlânâ sadece Bâtınî ilimlerle mi ilgilenmiş?
Mevlânâ"nın bidayet halinde zâhirî ilimler tahsil ettiğini biliyoruz. Hatta Anadolu"ya geldikten sonra hayatında bir dönem medrese hocalığı var. Medrese hocasıdır, her şeyden evvel molladır yani… “Molla Hüdavendigârdır”dır.
Bu önemli bir soru. Çünkü bazı çevrelerin özellikle daha selefî bakış açısına sahip çevrelerin, böyle İslam alimlerinin bazı sözlerini şiirlerini okuyarak onları bir takım hümanist zındık, dinle imanla alakası olmayan, hiç din tahsil etmemiş kimseler gibi görmeye çalıştıklarını görüyoruz. Hayır. Bunlar beş yüz tane kadıya “yecûz lâ yecûz” mantığını öğretecek düzeyde yıllarca fıkıh, kelam okumuş, bu yollardan geçmiş kimseler. O duraklarda bir miktar bulunmuş kimseler. Dolayısıyla bunlar medrese ilimlerini zahiri ilimleri bilmez değil. Fevkalade bilirlerdi.
Mevlânâ diyor ki: “Biz memleketimizde kalsaydık, Belh civarında kalsaydık bir medrese âlimi olarak kalacaktım""
Evet. Sûfî olmayacaktım anlamına gelmez o söz. Ama medresede tasavvufî dersler yapan biri olacaktım sadece, demiştir. Babası bildiğiniz gibi Ahmed-i Gazalî"den Necmeddin-i Kübrâ"dan gelen bir Kübrevî silsilesine bağlı. Dolayısıyla babasının o Kübrevîliği, gerek babası gerekse babasının talebesinden Burhaneddin Muhakkik Tirmizî üzerinden de Mevlânâ"ya geçmiştir. Sonra yine babasının talebesinden olan Şems-i Tebrizî ile karşılaşması ile, var olan, hazırlanmış olan bir yapı adeta son noktayı bulur. Yani aşk boyutu ona Şems ile yüklenmiştir.
Mesnevî ve diğer eserlerini dikkatli okuduğumuz zaman Mevlânâ, kuru kuruya zahiri ilimle bir yere varılamayacağını, ilmin bir aşk ve mana boyutunun da bulunduğunu, mana boyutundan soyutlanmış zâhirî ilimlerin tamamen kuru bir hayat süreceğini söyler ki bana göre Mevlânâ"nın Mesnevî"si ve diğer şiirleri, bütün bu dinde kurumaya, dinde pıhtılaşmaya dinde Yahudileşmeye bir İsâ nefesi üflemek, bir aşk boyutu yüklemek demektir. Kendisi de zaten böyle bir fonksiyonu görür. Aslında bütün sûfîler bir bakıma kendilerini şerîat-ı Muhammediyye içerisinden “Dem-i İsâ” ile, Hz. İsâ nefesi ile özdeşleştirirler. Buradaki sembolik anlatım çok önemlidir.
Hz. Mevlânâ hakkında zaman zaman dile getirilen yakışıksız ithamlar için ne diyorsunuz?
Mevlânâ için yapılan ithamlar yapısal olarak bütün âriflere ve bütün nebîlere yapılmıştır. Dolayısıyla tabii bir süreçtir. “Hoşaftan anlamak”la alakalı bir husustur. Âriflerin kullandığı mecâz sanatını bilmek gerekir. Mevlânâ zaman zaman dönemindeki bazı şuyû" bulmuş hadiseyi hatta çoluk çocuğun ağzında anlatılır olmuş bir hikayeyi dahi alıp ona tasavvufî bir anlam yükleyip aktarabilmiştir. Olayı böyle bilmemiz gerekiyor. Tarihte Haricîler"in bir grubu Kur"ân-ı Kerîm"deki Yûsuf kıssasını çıkararak mushaflarını yanlarında taşırlardı ve derlerdi ki biz bu ayetleri inkar ediyor değiliz ama biz onları namazda okumayı müstehcen olarak görüyoruz. Böyle diyerek –hâşâ- Allah"tan daha takvâlıymış gibi davranırlardı adeta! Bu gözle baktığımız zaman aynı yaklaşım bütün peygamberlere de yapılmıştır. Bu iz"an ve anlayış seviyesindeki gelişmişlikle alakalıdır. Bu iftiralar için söylediğim cevap… Onun haricinde, bilimsel anlamda Mevlânâ"nın yöntemini, şiirini, ifâde ediş biçimi beğenmiyorum, bana hitap etmiyor demek de herkesin tabii hakkıdır, yani bunu söyleyebilir bir insan, bunun için söylenecek hiç bir şey yoktur. Yani Mevlânâ"ya iman etmek iman şartlarından değildir. Zevk meselesidir bu. Beni etkileyebilen bir kişi bir başkasını etkilemeyebilir. Yeter ki iftira edilmesin. Mevlânâ"ya iftira atılmıştır, kendileri bu iftiralara cevap verememektedirler ama “Kabağın Sahibi var!” sözünü de unutmamak gerekir, o gayret-i Hakk"a dokunması sebebiyle müfterînin sonu, akıbeti çok zor olur; hafazanallah, iyi düşünsünler iftira etmeden evvel.
"Gel, ne olursan ol gel!" sözünü doğru anlıyor muyuz? Ya da nasıl anlamalıyız? Bu sözün Mevlânâ"ya ait olmadığı söyleniyor siz ne diyorsunuz?
Evet bu söz literal anlamda Ebû Said Ebu"l-Hayr isimli bir büyük sûfîye aittir. Ama bu söz, mânâ olarak Mevlânâ"ya da yakışır, bütün sûfilere de yakışır. Evet Mevlana"nın hiçbir yazılı metninde bulunmamaktadır. Fakat her ârifin sözü manipilasyona açık olduğu gibi bu söz üzerinden de değişik niyetler gösterilmiştir. Burada önemli olan Mevlânâ"nın gerçekte niyetinin ne olduğunu bilmektir. Burada "gel ne olursan ol gel" demek "gel hele bizim bir dergâhımıza gel, ben seni ne yapıyorum burada bir gör” anlamı taşır. Yoksa gel o halinle seni kabul ediyorum anlamına gelmez. Mevlânâ dergâhının kapısının üstünde şu yazar: “Kâbetil-uşşâk bâşet in makam her ki nâkıs âmed.” Yani “Burası âşıklar kâbesidir, her kim nakıs gelir kamil olur.” Bak nakıs gelir kâmil olur, diyor. Yani kimi hırsızdır, kimisi şudur, kimisi budur, kimisi putperesttir. Burada kemal dersleri alır, onun için "Gel ne olursan ol gel" bu manadadır. Ümitsizlik dergâhı değil, biz kovucu değiliz, geniş bir hoşgörü. Gerçekten bu açıdan Müslümanların Mevlânâ"nın bu sözünü iyi anlamaları gerekir. Müslümanların “gel” davetlerinde biraz problem var, iyi davet edemiyorlar davet edilen kimselerde de icabet problemi var.
Mevlânâ"nın ve Mevlevîliğin gelecek nesillere aktarılmasında bugün nasıl bir yol izlenilmeli?
Mevlânâ"nın kendisi zaten evrensel ve insanî noktayı yakaladığı için tercüme edildiği bütün dillerde aktif olarak çalışmaktadır. Bu manada herhangi bir yardımcıya ihtiyacı yoktur, Mevlânâ"nın yardımcımsı Hakk"tır. Biz ise ne yapabiliriz? Müslümanların öncelikle Mevlânâ ile barışmaları gerekiyor. Bütün Konyalılara tavsiyem öncelikle Mevlânâ"dan özür dilesinler, Mevlânâ irfanında mektebinde eğitilsinler. Ondan sonra Mevlânâ"yı anlayıp Mevlânâ"yı aktarabilsinler. Günümüzde Mevlânâ adı altında bir hayli manipülasyonlar yapılmaktadır. Mevlânâ"yı tanımayan hatta kendi özel sohbetinde Mevlânâ"ya küfreden insanların televizyonda şurada burada arzı endam ettiklerinde Mevlânâ adını kullanmaları bana çok büyük bir iki yüzlülük olarak geliyor. Mevlânâ"nın yolu herkese açıktır, ümitsizlik dergâhı değildir ama inat etmesinler insaf etsinler. Mevlânâ"nın yüksek irfânını öğrenmeye davet ediyorum. Çünkü Mevlânâ büyük bir ummandır. Bugünün modern insanına ve bugünün ülkemiz insanına da çok büyük ışık tutacağı kanaatindeyim.
Ben size başımdan geçen bir olayı aktarayım: Yıllar evvel bir İran seyahatinde binmiş olduğum bir otobüste iki gencin birbiriyle kavgaya tutuşmuş olduklarını görmüştüm; önce laf dalaşı, daha sonra ilerledi ilerledi nerdeyse yumruklaşmaya varacaktı ki emekli öğretmen olduğunu zannettiğim elli beş yaşlarında bir amcanın koltuğundan kalkarak Mevlânâ"nın “Biz birleştirmeye geldik, kavga etmeye, ayırmaya, parçalamaya gelmedik” mealindeki sözlerini hatırlatarak “Kardeşler, ne yapıyorsunuz” demek sûretiyle Mevlânâ"dan okuduğu bir şiirle, bir beyitle o kavgayı yatıştırdığını ve sükûnun, sulhun hakim olduğunu gördüğümde içimde derin derin düşüncelere dalmıştım. Bir geçmiş ârif hala nasıl bir toplumdaki huzurun sağlanmasında kullanılabiliyor. Bizim milli eğitim bakanlarımızın, milli eğitim projesi yapanların, bütün eğitim felsefemize şekil verenlerin kulakları çınlasın. Yunus"ların Mevlânâ"ların öğretisi, ilkokuldan itibaren toplumumuza öğretilmediği sürece, ne okullarda ne de okul dışında huzur biraz zor bulunacak.
Bir kere genel manada bütün ariflerin umumi fonksiyonuna baktığımızda Onların dinin içerisindeki kaymış anlamaları aslına oturtmaya çalışan kimseler olduğunu görürüz. Buna Muhyiddin İbnü"l-Arabî ve Mevlânâ da dahildir.
Genel anlamıyla ehl-i tevildir onlar. Ehli tevil ne demek? “Te"vîl” “evvel”den gelir, yani bir şeyin ilk manasını bilip ona döndüren kişi demektir. Herkes tevil yapamaz. Tevil edebilmesi için evvelîni bilmesi gerekir. Çıkış yerini, bidayetini bilmesi gerekir ki tevil yapabilsin. İbnü"l-Arabî Hazretleri der ki: “Bizim kullandığımız kavramları ilk defa biz kullanıyor değiliz. Bir “vücûd” kavramını ilk defa ben kullanıyor ilk defa ben icat ediyor değilim. Bunlar var olan, mütedavil olan, zaten bilinen kavramlar. Ancak, anlamları kaymıştır. Biz onların içine asıl anlamları neyse onu üfleyen kişileriz. Vücûd kavramı benden evvel de kullanılıyordu. Ama vücûd dedikleri başka, bahsettikleri başka bir şey, gelin size vücûd demek ne demek izah edeyim” diyerek târif ediyor.
Bu yönüyle baktığımız zaman aslında peygamberlerin fonksiyonu da bir bakıma öyledir.
Nebîler ve velîler de müceddid ve muhyî kişilerdir. Yani yeniden anlamı ihyâ eden kişilerdir. Eğer siz bir kavramın, bir konunun aslını bilmiyorsanız o konuda yapacağınıza ihyâ denmez. Ona tahrif denir. Onun için birisi “Ben bu dinde ihyâ yapacağım derse o kişinin ehl-i te"vil olması gerekir ki onda bir te"vil yapabilsin. Müceddid olabilsin. Müceddid olamayan kişinin yapacağı ihyâ faaliyeti de tamamen tahribattır. Tahriptir. Bu gözle baktığımız zaman, evet, Mesnevî Farsça Kur"an tefsiridir. Şimdi, Kur"an"ın tefsiri nasıl olmalıdır, konusuyla alakalı bir husus bu. Bizde tefsir denildiği zaman Kur"an"ın harflerine, ayetlerine ve kelimelerine gramer açıklama getiren kitaplara Kur"an tefsiri der olduk.
Oysa ki Kuran"ın bir de mana tefsiri vardır.
Tabii. Kuran"ın bir de mana tefsiri vardır. Yani Kur"an"ın tefsiri herhangi bir ayetin “ruhu”nu alıp aktarabilmektir. Bu anlamda baktığımız zaman evet Mesnevî Kuran tefsiridir. Bunu Mevlânâ Mesnevî için söylediği gibi, birçok sûfî de kendi eseri için söyler. Mesela Muhyiddin İbn-i Arabî de Fütühat-ı Mekkiyye"si için “Ben bu kitabı Kur"an hazinesinden aldım” der. Bir bakıma Kuran tefsiridir der. Kuran tefsiri, ayetle ayet açıklanması şeklinde değil, mana açıklaması şeklindedir. Ve gerçek ârifler gerçek tefsirin bu olduğunu söylerler. Ötekisini de lengüistik açıklama olarak görürler ki sûfîler için o tefsir değildir, sadece istifâde edilebilir bir çalışmadır.
“Mecâz”ın, ismi müsemmaya bağlamadaki işlevi nedir, Mesnevî"yi bu açıdan ele alabilir miyiz?
Tasavvufta mecâz kelimesinin çok yüksek metafizik bir anlamı vardır. Nedir mecâz, nedir hakîkat. Mecâz ve hakîkat irtibatı hem felsefenin hem de tasavvufun ana konularındandır. Bütün âriflere göre mecâz, hakîkate giden işaretlerdir. Bakınız Allah (cc) “Bunlar âyettir” diyor. Âyet ne demek, işaret demek, hakîkat değil. “İnnehû le Kur"ânun kerîm fî kitâbin meknûn” “Şüphesiz bu Kur"an bir gizli kitabın içindedir” diyor, “Ben size bu kitabı gizli bir kitap içinde gönderdim” diyor. Bir kitap bir kitabın içerisine, gönderildiği gibi, aşağıların aşağısına indiriliyor, çünkü inerken mertebelerde katlanarak iniyor. İnsan da yukarılardan aşağı doğru ulvî âlemden aşağı doğru inen bir hakîkat aslında. Binaenaleyh bu gözle baktığımız zaman, hakîkatler bu süflî yani aşağıya inme âleminde ancak “mecâz” ile ifâde edilebilir, “hakîkaten” ifâde edilemez. Hakîkatler hakîkaten, olduğu gibi ifâde edilecek olsaydı, bütün denizler mürekkep, bütün ağaçlar kalem olsaydı yine de ifâde edilemezdi. Biliyoruz ki peygamberler tarihinde kendine bir sayfa gönderilmiş peygamber var. Kimisine iki sayfa, kimisine sahifeler, suhûf… Fakat kendisine bir sahife gönderilmiş peygamber için dahi şu ifâde kullanılıyor. “Yaş ve kuru ne ararsanız burada var.” Şimdi yaş ve kuruyu eğer fizikî olarak düşünecek olursak bir sayfanın içinde nasıl olsun? Demek ki burada biz bunun içinde işin esprisini, işin prensiplerini gönderdik, detaylarını değil! Ama siz bu prensip, ve düsturlara tâbî olursanız… Mevlânâ"nın o “pergel” metaforunda, mecâzında kullandığı gibi pergelin iğneli ayağını merkeze saplarsanız öbür ayağıyla yetmiş iki âleme yorum yapabilirsiniz, yorum açıktır. Bundan dolayı sûfîler bir yönüyle kaynağa bağlıdırlar, ama diğer elleriyle serbest yorum içerisindedirler. O serbestlikleri bazı medrese ulemâsına ağır gelmiştir. “Hayır efendim! Bu kadar yorum yapılamaz!” demişlerdir. Ancak sûfîlerdeki serbestlik “mutlak serbestlik” değildir, kendileri bir eliyle kaynağa saplanırlar, diğer eliyle serbestlik yaparlar ki bu da en tabii ve insânî oluştur, aksi hali ise pıhtılaşmak ve donmaktan ibarettir ki selefî akâidi ile sûfî akâidi arasındaki en temel fark budur. Birisi donuktur, diğeri ise dinamik bir akâid anlayışı ileri sürer.
Hazreti Mevlânâ"nın gelişim evreleri hakkında neler söyleyebiliriz? Bugünün insanı için bu basamakları tatbik imkânı var mıdır; bununla mükellef miyiz?
Tabiî ki her koyun kendi bacağından asılır… Mevlânâ"nın yaşadığı kendine özgüdür. Biz onları yaşayabilir miyiz? Yaşayabilirseniz yaşarsınız, yaşayamazsanız Mevlânâ olamazsınız.. Mevlânâ"ya soruyorlar: “Sen bu hakîkatleri nasıl elde ettin” diye, “Ben ol da anlarsın!” diyor. Yani Mevlânâ olmadan onu o düzeyde anlamak mümkün değil. Çünkü herkes hakîkate durduğu noktadan bakar. Mevlânâ"nın durduğu yerden hakîkate bakabilmek için Mevlânâ"nın olduğu yere gelmek gerekir.
Hz. Mevlânâ sadece Bâtınî ilimlerle mi ilgilenmiş?
Mevlânâ"nın bidayet halinde zâhirî ilimler tahsil ettiğini biliyoruz. Hatta Anadolu"ya geldikten sonra hayatında bir dönem medrese hocalığı var. Medrese hocasıdır, her şeyden evvel molladır yani… “Molla Hüdavendigârdır”dır.
Bu önemli bir soru. Çünkü bazı çevrelerin özellikle daha selefî bakış açısına sahip çevrelerin, böyle İslam alimlerinin bazı sözlerini şiirlerini okuyarak onları bir takım hümanist zındık, dinle imanla alakası olmayan, hiç din tahsil etmemiş kimseler gibi görmeye çalıştıklarını görüyoruz. Hayır. Bunlar beş yüz tane kadıya “yecûz lâ yecûz” mantığını öğretecek düzeyde yıllarca fıkıh, kelam okumuş, bu yollardan geçmiş kimseler. O duraklarda bir miktar bulunmuş kimseler. Dolayısıyla bunlar medrese ilimlerini zahiri ilimleri bilmez değil. Fevkalade bilirlerdi.
Mevlânâ diyor ki: “Biz memleketimizde kalsaydık, Belh civarında kalsaydık bir medrese âlimi olarak kalacaktım""
Evet. Sûfî olmayacaktım anlamına gelmez o söz. Ama medresede tasavvufî dersler yapan biri olacaktım sadece, demiştir. Babası bildiğiniz gibi Ahmed-i Gazalî"den Necmeddin-i Kübrâ"dan gelen bir Kübrevî silsilesine bağlı. Dolayısıyla babasının o Kübrevîliği, gerek babası gerekse babasının talebesinden Burhaneddin Muhakkik Tirmizî üzerinden de Mevlânâ"ya geçmiştir. Sonra yine babasının talebesinden olan Şems-i Tebrizî ile karşılaşması ile, var olan, hazırlanmış olan bir yapı adeta son noktayı bulur. Yani aşk boyutu ona Şems ile yüklenmiştir.
Mesnevî ve diğer eserlerini dikkatli okuduğumuz zaman Mevlânâ, kuru kuruya zahiri ilimle bir yere varılamayacağını, ilmin bir aşk ve mana boyutunun da bulunduğunu, mana boyutundan soyutlanmış zâhirî ilimlerin tamamen kuru bir hayat süreceğini söyler ki bana göre Mevlânâ"nın Mesnevî"si ve diğer şiirleri, bütün bu dinde kurumaya, dinde pıhtılaşmaya dinde Yahudileşmeye bir İsâ nefesi üflemek, bir aşk boyutu yüklemek demektir. Kendisi de zaten böyle bir fonksiyonu görür. Aslında bütün sûfîler bir bakıma kendilerini şerîat-ı Muhammediyye içerisinden “Dem-i İsâ” ile, Hz. İsâ nefesi ile özdeşleştirirler. Buradaki sembolik anlatım çok önemlidir.
Hz. Mevlânâ hakkında zaman zaman dile getirilen yakışıksız ithamlar için ne diyorsunuz?
Mevlânâ için yapılan ithamlar yapısal olarak bütün âriflere ve bütün nebîlere yapılmıştır. Dolayısıyla tabii bir süreçtir. “Hoşaftan anlamak”la alakalı bir husustur. Âriflerin kullandığı mecâz sanatını bilmek gerekir. Mevlânâ zaman zaman dönemindeki bazı şuyû" bulmuş hadiseyi hatta çoluk çocuğun ağzında anlatılır olmuş bir hikayeyi dahi alıp ona tasavvufî bir anlam yükleyip aktarabilmiştir. Olayı böyle bilmemiz gerekiyor. Tarihte Haricîler"in bir grubu Kur"ân-ı Kerîm"deki Yûsuf kıssasını çıkararak mushaflarını yanlarında taşırlardı ve derlerdi ki biz bu ayetleri inkar ediyor değiliz ama biz onları namazda okumayı müstehcen olarak görüyoruz. Böyle diyerek –hâşâ- Allah"tan daha takvâlıymış gibi davranırlardı adeta! Bu gözle baktığımız zaman aynı yaklaşım bütün peygamberlere de yapılmıştır. Bu iz"an ve anlayış seviyesindeki gelişmişlikle alakalıdır. Bu iftiralar için söylediğim cevap… Onun haricinde, bilimsel anlamda Mevlânâ"nın yöntemini, şiirini, ifâde ediş biçimi beğenmiyorum, bana hitap etmiyor demek de herkesin tabii hakkıdır, yani bunu söyleyebilir bir insan, bunun için söylenecek hiç bir şey yoktur. Yani Mevlânâ"ya iman etmek iman şartlarından değildir. Zevk meselesidir bu. Beni etkileyebilen bir kişi bir başkasını etkilemeyebilir. Yeter ki iftira edilmesin. Mevlânâ"ya iftira atılmıştır, kendileri bu iftiralara cevap verememektedirler ama “Kabağın Sahibi var!” sözünü de unutmamak gerekir, o gayret-i Hakk"a dokunması sebebiyle müfterînin sonu, akıbeti çok zor olur; hafazanallah, iyi düşünsünler iftira etmeden evvel.
"Gel, ne olursan ol gel!" sözünü doğru anlıyor muyuz? Ya da nasıl anlamalıyız? Bu sözün Mevlânâ"ya ait olmadığı söyleniyor siz ne diyorsunuz?
Evet bu söz literal anlamda Ebû Said Ebu"l-Hayr isimli bir büyük sûfîye aittir. Ama bu söz, mânâ olarak Mevlânâ"ya da yakışır, bütün sûfilere de yakışır. Evet Mevlana"nın hiçbir yazılı metninde bulunmamaktadır. Fakat her ârifin sözü manipilasyona açık olduğu gibi bu söz üzerinden de değişik niyetler gösterilmiştir. Burada önemli olan Mevlânâ"nın gerçekte niyetinin ne olduğunu bilmektir. Burada "gel ne olursan ol gel" demek "gel hele bizim bir dergâhımıza gel, ben seni ne yapıyorum burada bir gör” anlamı taşır. Yoksa gel o halinle seni kabul ediyorum anlamına gelmez. Mevlânâ dergâhının kapısının üstünde şu yazar: “Kâbetil-uşşâk bâşet in makam her ki nâkıs âmed.” Yani “Burası âşıklar kâbesidir, her kim nakıs gelir kamil olur.” Bak nakıs gelir kâmil olur, diyor. Yani kimi hırsızdır, kimisi şudur, kimisi budur, kimisi putperesttir. Burada kemal dersleri alır, onun için "Gel ne olursan ol gel" bu manadadır. Ümitsizlik dergâhı değil, biz kovucu değiliz, geniş bir hoşgörü. Gerçekten bu açıdan Müslümanların Mevlânâ"nın bu sözünü iyi anlamaları gerekir. Müslümanların “gel” davetlerinde biraz problem var, iyi davet edemiyorlar davet edilen kimselerde de icabet problemi var.
Mevlânâ"nın ve Mevlevîliğin gelecek nesillere aktarılmasında bugün nasıl bir yol izlenilmeli?
Mevlânâ"nın kendisi zaten evrensel ve insanî noktayı yakaladığı için tercüme edildiği bütün dillerde aktif olarak çalışmaktadır. Bu manada herhangi bir yardımcıya ihtiyacı yoktur, Mevlânâ"nın yardımcımsı Hakk"tır. Biz ise ne yapabiliriz? Müslümanların öncelikle Mevlânâ ile barışmaları gerekiyor. Bütün Konyalılara tavsiyem öncelikle Mevlânâ"dan özür dilesinler, Mevlânâ irfanında mektebinde eğitilsinler. Ondan sonra Mevlânâ"yı anlayıp Mevlânâ"yı aktarabilsinler. Günümüzde Mevlânâ adı altında bir hayli manipülasyonlar yapılmaktadır. Mevlânâ"yı tanımayan hatta kendi özel sohbetinde Mevlânâ"ya küfreden insanların televizyonda şurada burada arzı endam ettiklerinde Mevlânâ adını kullanmaları bana çok büyük bir iki yüzlülük olarak geliyor. Mevlânâ"nın yolu herkese açıktır, ümitsizlik dergâhı değildir ama inat etmesinler insaf etsinler. Mevlânâ"nın yüksek irfânını öğrenmeye davet ediyorum. Çünkü Mevlânâ büyük bir ummandır. Bugünün modern insanına ve bugünün ülkemiz insanına da çok büyük ışık tutacağı kanaatindeyim.
Ben size başımdan geçen bir olayı aktarayım: Yıllar evvel bir İran seyahatinde binmiş olduğum bir otobüste iki gencin birbiriyle kavgaya tutuşmuş olduklarını görmüştüm; önce laf dalaşı, daha sonra ilerledi ilerledi nerdeyse yumruklaşmaya varacaktı ki emekli öğretmen olduğunu zannettiğim elli beş yaşlarında bir amcanın koltuğundan kalkarak Mevlânâ"nın “Biz birleştirmeye geldik, kavga etmeye, ayırmaya, parçalamaya gelmedik” mealindeki sözlerini hatırlatarak “Kardeşler, ne yapıyorsunuz” demek sûretiyle Mevlânâ"dan okuduğu bir şiirle, bir beyitle o kavgayı yatıştırdığını ve sükûnun, sulhun hakim olduğunu gördüğümde içimde derin derin düşüncelere dalmıştım. Bir geçmiş ârif hala nasıl bir toplumdaki huzurun sağlanmasında kullanılabiliyor. Bizim milli eğitim bakanlarımızın, milli eğitim projesi yapanların, bütün eğitim felsefemize şekil verenlerin kulakları çınlasın. Yunus"ların Mevlânâ"ların öğretisi, ilkokuldan itibaren toplumumuza öğretilmediği sürece, ne okullarda ne de okul dışında huzur biraz zor bulunacak.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)