5 Eylül 2010 Pazar

Sufi kimdir?

Bilmem farkında mısınız, müthiş bir kitap çıkardı Kabalcı Yayınevi. Öyle bir kere okumakla anlaşılmayacak, anlaşılıp da bir kenara kaldırılamayacak, zaten baştan sona dümdüz okumanın neredeyse imkânsız olduğu; en iyisi atlaya atlaya döne döne okunabilecek; insanın daima el altında tutabileceği, konu konu referans yapabileceği bir eser bu. Bir sözlük.

Lübnanlı kadın araştırmacı Suad el-Hakim'in derlediği, derlemek için senelerini verdiği bir yapıt: İbnü'l-Arabi Sözlüğü. Bu müthiş (ve hayli kalın, 748 sayfa) eseri Türkçeye kazandıran kişi ise Dr. Ekrem Demirli. Günlerdir masamın üzerinde İbnü'l-Arabi Sözlüğü. Gidip gelip bir sayfa açıyorum rastgele. Okuyor, kapatıyor, uzaklaşıyor, sonra tekrar yakınlaşıp gene açıyorum bu sefer başka bir gözle. Kırk kapılı bir saray gibi bu sözlük. Her seferinde başka bir kapıdan buyur ediyor misafirlerini. Her seferinde başka bir yolculuğa çıkıyorsunuz mana labirentinde.

Suad el-Hakim eserin başında bu derlemeyi yapmanın zorluklarından bahsederken, İbn Arabi'nin (ve keza pek çok mutasavvıfın) temel kelimeleri farklı aşamalarda farklı tanımladıklarını anlatır. Mesela "gurbet" kelimesi. Bu kelimenin üç ayrı anlamını çıkarmak mümkün. Birinci anlamı hepimizin gündelik hayatta kullandığı anlam. İkinci ve üçüncü anlamlar ise derece derece. "Sufiler gurbet kelimesi ile kalplerinin Allah ile beraber bulunmasını kastederler." Bunun gibi kelime kelime onlarca örnek vermek mümkün. Mutasavvıfların artan idrak seviyelerine göre başka türlü tanımladığı ve kullandığı anlamlar. Gündelik dilde, hayatın sıradan rutininde bilinmeyen kelime anlamları...

Suad el-Hakim şu soruyu sorar ardından. Peki acaba mutasavvıflar kelimeleri farklı kullanır, ifadelerini farklı bir düzlemde yaparlarsa, kendilerine has bir dil mi yaratmışlardır yüzyıllar boyunca? "Acaba sufiler kendi tecrübelerini başkalarının diliyle ifade edebilmiş midir? Edememişlerse, bir sufi sözlüğünün imkânı ortadan kalkar ve onlar hakkında araştırmalar birtakım teorilerle sınırlı kalır. Yoksa, sufiler tecrübelerinden yeni bir dil yaratabilmişler midir?" Yeni bir dil ve dilin yetmediği yerde yeni bir sessizlik. "Mistik" kelimesinin etimolojik kökeni "gözleri ve ağzı kapalı tutmak, dilsiz kalmak".

İçinde yaşadığımız çağ, ne yazık ki, yanlış anlamalar, yanlış aktarmalar çağı. "Doğu" ile "Batı" arasında ya da İslam ile Batı demokrasisi arasında bir medeniyetler çatışması yaşandığına inananların çağı. Böyle bir dönemde kelimelerin incelikleri daha da önem kazanıyor. Kelimelerin tasıdıkları nüansların irdelenmemesi İslam hakkındaki genellemeleri, genellemeler de korkuları ve önyargıları besliyor. "Sufi sözlüğü"nü okumak ise kelimelere yeniden özen göstermeye, temel kavramların farklı düzlemlerde taşıdıkları farklı anlamları düşünmeye teşvik ediyor.

Doğrusu, belki de böyle bir sözlüğü yazmanın ve okumanın en zor yanı, nüanslardan ziyade dile dökülemeyen, dilin yetmediği alanı anlatma ve anlama vazifesidir. Ne de olsa günlerden bir gün "Sufi kimdir?" diye sorarlar Ebu Hafs'a. Cevap verir o da: "Sufi kimdir diye soru sormayandır."

Ama soru sormadan da olmaz, bilgiyi önemsemeden de olmaz. Hem Mevlânâ'nın dediği gibi: "Susuzlar dünyada su ararlar. Ama su da dünyada susuzları arar".


elif safak

İKİ ŞARABIN FARKI

Bir bakkal vardı, onun bir de dudusu vardı. Yeşil, güzel sesli ve söyler duduydu. Dükkanda dükkan bekçiliği yapar; bütün alış veriş edenlere hoş nükteler söyler, latifeler ederdi. İnsanlara hitap ederken insan gibi konuşurdu, dudu gibi ötmede de mahareti vardı.

Efendisi bir gün evine gitmişti. Dudu, dükkanı gözetliyordu. Ansızın fare tutmak için bir kedi, dükkana sıçradı. Duducağız can korkusundan, dükkanın baş köşesinden atıldı, bir tarafa kaçtı; gülyağı şişesini de döktü.

Sahibi evden çıkageldi. Tacircesine huzuru kalple dükkana geçti oturdu. Bir de baktı ki dükkan yağ içinde, elbisesi yağa bulanmış. Dudunun başına bir vurdu; dudunun dili tutuldu, başı kel oldu. Dudu birkaç günceğiz sesini kesti, söylemedi.
Bakkal nedametten ah etmeye başladı. Sakalını yolmakta, eyvah, demekteydi; nimet güneşim bulut altına girdi. O zaman keşke elim kırılsaydı; o güzel sözlünün başına nasıl oldu da vurdum?
Kuşu yine konuşsun diye yoksullara sadakalar vermekteydi.

Üç gün üç gece sonra şaşkın ve meyus, ümitsiz bir halde dükkanda otururken, ve binlerce gussaya, gama eş olup; bu kuş acaba ne vakit konuşacak; diye düşünüp dururken, Ansızın tas ve leğen dibi gibi tüysüz kafası ile bir Cevlaki geçiyordu. Dudu hemencecik dile gelip akıllılar gibi dervişe bağırdı:

“Ey kel, neden kellere karıştın; yoksa sen de şişeden gülyağı mı döktün? “ Onun bu kıyasından halk gülmeye başladı. Çünkü dudu, hırka sahibini kendisi gibi sanmıştı.

Temiz kişilerin işini kendinden kıyas tutma, gerçi yazıda (aslan manasına gelen) şir, (süt manasına gelen) şire benzer. Bütün alem bu sebepten yol azıttılar.

Tanrı Abdallarından az kişi agah oldu. Peygamberlerle beraberlik iddia ettiler (biz de onlar gibiyiz dediler); Velileri de kendileri gibi sandılar.
Dediler ki: “İşte biz de insanız, onlar da insan. Bizde uyumaya ve yemeğe bağlıyız, onlar da. “Onlar körlüklerinden aralarında uçsuz bucaksız bir fark olduğunu bilmediler. Her iki çeşit arı, bir yerden yedi. Fakat bundan zehir hasıl oldu, ondan bal. Her iki çeşit geyik otladı, su içti. Birinden fışkı zuhur etti, öbüründen halis misk.Her iki kamış da bir sulaktan su içti. Biri bomboş öbürü şekerle dopdolu.

Böyle yüzbinlerce birbirine benzer şeyler var, aralarında bulunan yetmiş yıllık farkı sen gör! Bu, yer; ondan pislik çıkar... o, yer; kamilen Tanrı nuru olur. Bu, yer; ondan tamamı ile hasislik ve haset zuhur eder... o, yer; ondan tamamı ile Tek Tanrı’nın nuru husule gelir. Bu temiz yerdir, o çorak ve pis yer. Bu temiz melektir o şeytan ve canavar!

Her iki suretin birbirine benzemesi caizdir, acı su da, tatlı su da berraktır. Zevk sahibinden başka kim anlayabilir?
Onu bul! Tatlı su ile acı suyun farkını işte o anlar. (Zevk sahibi olmayan) sihri, mucize ile mukayese ederek her ikisinin de esası hiledir sanır.

Musa ile savaşan sihirbazlar, inatlarından ellerine onun asası gibi asa aldılar. Bu asa ile o asa arasında çok fark var, bu işle o işin arasıda pek büyük bir yol var. Bu işin ardında Tanrı laneti var, o işe karşılık da vade vefa olarak Tanrı rahmeti var. Kafirler inatlaşmada maymun tabiatlıdırlar. Tabiat, içte, gönülde bir afettir.

İnsan ne yaparsa maymunda yapar; maymun her zaman insandan gördüğünü yapıp durur. O, “Bende onun gibi yaptım” sanır. O inatçı mahluk aradaki farkı nereden bilecek? Bu emirden dolayı yapar, o, inat ve savaş için.

İnatçı kişilerin başlarına toprak saç! O münafık, muvafıkla beraber, inat ve taklide uyup namaza durur; niyaz ve tazarru için değil.

Müminler; namazda, oruçta, hacda, zekatta münafıkla kazanıp kaybetmektedirler. Müminler için nihayet kazanç vardır, münafıka da ahirette mat olma.İkisi de bir oyun başındaysa da birbirlerine nispetle aralarında ne kadar fark var; biri Merv’li öbürü Rey’li!
Her biri kendi makamına gider, her biri kendi adına uygun olarak yürür.
Onu mümin diye çağırırlar, ruhu hoşlanır. Münafık derlerse sertleşir, ateş kesilir. Onun adı zatı yüzünden sevgilidir. Bunun adının sevilmemesi, afetleri yüzünden, nifakla sıfatlanmış olan zatından dolayıdır.
Mim, vav, mim ve nun harflerinde bir yücelik yoktur. Mümin sözü ancak tarif içindir. Ona münafık dersen... o aşağılık ad, içini akrep gibi dağlar. Bu ad, cehennemden ayrılmış ve kopmuş değilse niçin cehennem tadı var? O kötü adın çirkinliği harften değildir. O deniz suyunun acılığı kaptan değildir.

Harf kaptır ondaki mana su gibidir. Mana denizi de “Ümm-ül-Kitap” yanında bulunan, kendisinde olan zattır.

Dünya da acı ve tatlı deniz var. Aralarında bir perde var ki birbirine taşmaz karışmazlar. Fakat şu var ki bu iki denizin her ikisi de bir asıldan akar. Bu ikisinden de geç, ta... onun aslına kadar yürü.

Kalp altınla halis altın ayarda belli olur. Kalpla halisi, mehenge vurmadıkça tahmini olarak bilemezsin.
Tanrı kimin ruhuna mehenk korsa ancak o kişi, yakini şüpheden ayırdedebilir.
Diri bir kişinin ağzına bir sıçrayıp girse o adam, onu dışarı çıkarıp attığı zaman rahatlar. Binlerce lokma arasında ağzına ufacık bir çöp girdi mi, diri kişinin hissi onu duyar sezer.

Dünya hissi, bu cihanın merdivenidir, din hisside göklerin merdiveni. Bu hissin sağlığını hekimden isteyiniz, o hissin sağlığını Habib’den (H.Muhammed’den) . Bu hissin sağlığı, vücut sağlamlığındandır, o hissin sağlığı vücudu harabetmektedir. Can yolu, mutlaka cismi viran eder, onu yıktıktan sonra da yapar.

Ne mutludur ve ne kutludur o can ki mana aşkıyla evini, barkını, mülkünü, malını bağışlamıştır. Altın definesi için evi harabetmiştir; fakat o altın definesini elde ettikten sonra o evi daha mamur bir hale getirmiştir. Suyu kesmiş suyun aktığı yolu temizlemiş, ondan sonra arka içilecek su akıtılmıştır.

Deriyi yarmış,termeni çıkarmış... ondan sonra orada yepyeni bir deri bitmiştir. Kaleyi yıkıp kafirden almış, ondan sonra oraya yüzlerce burç ve hendek yapmıştır.

Hikmetinden sual edilmeyen Tanrı'’nın işini kim anlayabilir, o işin hakikatine kim erişebilir? Bu söylediğim sözler, ancak anlatmak için söylenmiş zaruri sözlerdir. Gah böyle gösterir, gah bunun aksini.

Din işinin kühnünü anlamaya imkan yoktur. Ona ancak hayran olunur. Fakat din işinde hayrete düşen, arkasını ona çevirmiş ondan haberi olmayan bir hayran değil, sevgiliye dalmış, onun yüzünden sarhoş olmuş, kendisinden geçmiş bir hayrandır.
Birisinin yüzü sevgiliye karşıdır, öbürünün yüzü yine kendisine doğru. Her ikisinin yüzüne de bak. Her ikisinin yüzünü de hatırında tut. Hizmet dolayısıyla yüz tanır olman mümkündür. Zira nice insan suratlı şeytan vardır. Binaenaleyh her ele el vermek layık değildir.

Kuş tutan avcı, kuşu avlamak için ıslık çalar, ötme taklidi yapar. Aşağılık kişi dervişlerin sözlerini, bir selim kalpli kişiye afsun okumak, onu afsunlamak için çalar.

Erlerin huyu açıklık ve sıcaklıktır. Aşağılıkların işi hile ve utanmazlıktır. Dilenmek için yünden aslan yaparlar. (yol aslanlarının şekline bürünür, onlar gibi görünürler),

Ebu Museylim’e Ahmet lakabı verirler. Ebu Müseylim’in lakabı yalancı olarak kaldı, Muhammed’e de akıllar sahibi dendi. O hak şarabının mührü, şişenin kapağı; halis misktir. Adi şarabın mührü, şişesinin kapağı ise pis koku ve azaptır.

1 Eylül 2010 Çarşamba

Aşk ve İtaat

Hallac-ı Mansur 'aşkı şeytandan, itaatı da Âdem'den' öğrenmek gerektiğini ifade ediyor. Aşk ve itaat kavramını nasıl anlamalıyız?
Başta bu görüşün Hallac-ı Mansur'a ait bir düşünce olduğunu, dolayısıyla da Vahdet-i Vücudçu bir yaklaşım içerdiğini ifade etmek isterim.

Saniyen; buradaki aşkı iki mânâda anlayabiliriz. Bir; hakikati keşfetmek ve onu keşf adına önü alınmaz bir arzuya sahip olmak. İki; birine karşı inhisar-i fikr etme, teveccüh bekleme, kendine başka rakip kabul etmeyip 'ben varken başkaları da kim oluyor ki?!.' vs. gibi düşüncelere saplanmak.

İşte bu ikinci şıkta bir bencillik ve egoizma sezilmektedir. Aslında şeytanın, kendi mahiyetinin müsait olduğu ölçüde, yani zaman ve mekân cihetiyle, kapsayıcılığı açısından bir faikiyeti söz konusu olabilir. Böyle bir hususiyeti ile o, insanın önünde görünebilir ki, bu yanıyla şeytan, 'ben Âdem'i istemem, onu kendime tercih etmem..' düşüncesine girebilir.. Eğer buna bir aşk denecekse şeytanınki böyle bir aşktır.

Fakat böyle malul, karşılık bekleyen ve yanlış bir gayrete iten aşktansa, insanı kemâle götüren itaat düşüncesi -ki her şeyi Allah rızası için yapıp semerâtını burada beklememe, dünyevî garazlardan uzak kalma, Allah'la pazarlığa kapalı olma, daima inkıyad ve teslimiyet içinde hareket etme demektir- daha emniyetli ve zengince bir düşüncedir.

İşte bu şekilde değişik mülâhazalarla mukayyed bir düşünceyi ifade için Hallac: 'Aşkı şeytandan, itaatı da Âdem'den öğrenmek gerek' demiştir.

Bir de aşk, acz ve fakr kaynaklı olması itibarıyla kendi ruhunda, birtakım su-i istimallere açık kapıları bulundurmaktadır. Evet aşık, maşukundan kat'-ı alâka edebilir, edebilir ama, onun bir kısım perdelere takılıp kalması da muhtemeldir. Bu zaviyeden baktığımızda şeytanın maruz kaldığı bu durumu, o perdelerden biri kabul edebiliriz.

Onun için de hem aşkta, hem şevkte, hem de şükürde sünnet-i seniyye yolunu takip etmek çok önemlidir. Bazen insan, bunlarda arayıp hayal ettiği şeyleri bulamayabilir; bulamayıp çeşitli beklentilere girebilir, hatta sebepler adına ortaya konan şeyleri mutlak değer olarak ele alıp 'bu sebepler, şu neticeleri doğurmalıydı' diyebilir vs. Oysa ki, Allah'ın (cc) bizi cebirler içinde sürüklemesinde de ayrı bir rahmet ve adalet vardır. -Haşa- O'nun, bizim sebeplere tevessülümüzle neticeyi yaratma gibi bir mecburiyeti yoktur. İşte Sünnet-i seniyye bize bu hakikati öğretmektedir. Aliyyü'l-Kârî bunu ifade ederken, 'Hiçbir şey, 'Müteâl' olan Allah üzerine vacib değildir. Allah'ın kul ile kendisi arasında tenezzülen yaptığı bazı mukavelelerde; 'bu senin hakkın, bu da benim hakkım' demesi, dilin bir hususiyeti olan mukabele esasına göredir. Yoksa ne haddimize ki, bütün malzemesi kendisine ait olan irade dediğimiz şeyle, kalkıp o işin neticesine sahip çıkalım? Nasıl ki, neticeyi hasıl etmek elimizden gelmez, öyle de hükümleri neticeye bina etmek de elimizde değildir' der.

Evet, esasen sebeplerle müsebbeb arasında bir münasebet vardır ve âdet-i sübhaniye prensipleri içinde, o sebeplere riayet edilince, sonuç meydana gelmektedir. Ancak o sebepleri temsil eden insanların, müsebbebi düşünme ve 'ille de böyle olacak' deme hakları yoktur. Çünkü sebep-müsebbep irtibatı olsa da, gerçekte neticeler sebeplere bina edilmemiştir. Meselâ, Cenâb-ı Hakk, meşietini ortaya koymak için insanlara: 'Siz Güneş Sistemine üflediğinizde ben onu dağıtırım' dese ve biz de Güneş Sistemine üflesek; Allah (cc), onu dağıtır ve buna da biz sebebiyet vermiş oluruz. Ama realite planında yani sebep-netice münasebeti açısından bizim üflememizle Güneş Sisteminin dağılmayacağı muhakkaktır.

Hasılı, şeytan aşkı yerine, Hz. Âdem'in itaatını esas alarak kulluk yoluna süluk etmemiz daha güzeldir. Zira aşk, bazen insanın ayağının doğru yoldan kaymasına sebebiyet verebilir. Fakat sünnet-i seniyye çizgisinde bir itaat, asla!..

Hallac-ı Mansur'un bu tespitine bir de aşk-itaat mukayesesi açısından bakalım. Aslında Hallac'a bu sözü söyleten onun şeytan hakkındaki şu düşüncesidir. 'Şeytan, Allah'a karşı gönlünü kilitlemiş, O'ndan başkasına gönül vermeyen birisi idi. Ne var ki o, Allah ile kendisi arasında insanı görünce; böyle görmenin de ötesinde, bir de Âdem'e secde ile emr olununca, -Hallac gibi düşünenlere göre- şeytanın aşkı; onun Allah'tan gayrısına secde etmesine mani oldu. Bu sebeple 'ben senden başkasına secde etmem dedi.' Bu düşüncelere bütünüyle katılmak mümkün değil. Kaldı ki böyle bile olsa, Hallac'ın da şeytan'ın da atladığı bir şey var; o da emre itaatteki incelik. Hz. Âdem emre itaattaki inceliği anlamış ve sürçtükten sonra hemen doğrulup, 'Ey Rabbimiz! Biz (emrini dinlememek suretiyle) kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz' (A'raf/23) diyerek dua dua yalvarmıştı. Şeytana gelince o, Allah'ın Âdem'e (as) secde emrindeki espriyi anlayamamıştı.

Aşk-itaat mukayesesi açısından demiştik yukarıda; aşk, itaat kaynaklı olursa bir mânâ ifade eder. Eğer aşkta itaat yoksa, ondan şatahatlar doğabileceği gibi, ümitsizlikler, inkisarlar, inkârlar da doğabilir. Hatta aşkın büyüklüğü nisbetinde şatahatlar büyür, kurbiyet ufkunda bu'diyetler, yani Hakk'a yakınlaşma çizgisinde uzaklaşmalar meydana gelebilir ve kıymetli şeyler bir anda kıymetsizleşebilir. Bu neticeler, aşkın ehemmiyetsiz bir şey olduğuna delâlet etmez. Aşk, 'Kalbin Zümrüt Tepeleri'nde de ifade edildiği gibi çok önemlidir. Hatta bazıları onun mecazisine bile çok büyük önem vermiş, cismanî ve bedenî aşk yüzünden ölen insanlara şehit nazarıyla bakmışlardır. Leyla ile Mecnun, Şirin ile Ferhat, Aslı ile Kerem vb. halk hikayeleri hep bu türlü kara sevdaları destanlaştırmıştır. Ancak yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, aşka değer kazandıran kaide ve kurallara riayet edildiği müddetçe aşk bir mânâ ifade eder. Aksi halde aşktan beklenilen şeyler bulunamayınca ve vuslat da bir türlü gerçekleşmeyince, ilgi ve alâka küskünlüğe inkılap edebilir.

İşte -ihtimal- şeytan Allah'tan bu mukabeleyi bulamadığı için hüsrana uğramış, yıkılmış ve bir daha da doğrulamamıştır.

İtaate gelince, onda bazı yanlarıyla da olsa, bu türlü hatalı şeyler hiç olmaz. İtaat, itaat edilmesi gerekli olan Zat'a, O'nun arzu ve isteklerine itaat edilmesi gerektiği için, onun rızası istikametinde yapılan kalbî ve fiilî bir ameldir.

Öte yandan aşk, insanın muvazenesine tesir eder. Bu ise dengesiz davranışlara kapı açar. Yani aşk insanı bir açıdan mecnun/deli eder. Bu açıdan da bir yönüyle şeytan, temelden dengesiz bir varlıktır.

İtaatta vaz'edilen kurallara milimi milimine uymak şarttır. Bu ise denge demektir. Âdem'in itaati tercih etmesi, onun bir dengeli varlık olduğunu gösterir.

Son bir husus, ilk başta bir tek cümle ile işaret ettiğim gibi Hallac panteist bir adamdır. O ve bir ölçüde Muhyiddin İbn-i Arabî gibi zatlar çok defa Allah'ın rahmetinin enginliği açısından meseleleri değerlendirirler; değerlendirir ve şeytan ve firavunlar için bile bir kurtuluş yolu ararlar. Bu açıdan da onların şeytan hakkında bu türlü yorumda bulunmaları, temel felsefelerinin gereğidir. Zira onlara göre 'heme ost; her şey O'dur' ve şeytan O'nun ayrı bir tezahürü, farklı bir tecellisidir. Oysa bize göre 'heme ez ost; her şey O'ndandır.' Dolayısıyla Hallac'ın 'aşkı şeytandan, itaati Âdem'den öğrenmek lazım' demesini, benimsemiş olduğu panteist düşünce açısından normal kabul etmek gerekir.

f.GÜLEN

Peygamber aklı

Nisa Sûresi'nin 65. ayetinde "Hayır öyle değil; Rabb'ine andolsun, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem kılıp sonra senin verdiğin hükme, içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça, imân etmiş olmazlar." buyrulur.

Ayetin kuvvetli vurgusuna göre, insanlar arasında vuku bulacak ihtilaflarda Hz. Peygamber'in (sas) hakem tayin edilmesi emredilmektedir. Söz konusu ihtilaflar "(şecer)" sıradan şeyler değil, dallanıp budaklanan, sarpa saran ve duruma göre çatışmalara yol açabilecek potansiyele sahip olan ihtilaflardır. Böyle durumlarda Hz. Peygamber'in hakem tayin edilmesi gerekmektedir ki, ayetin indiği ortamda bu hükmün muhatabı o günkü insanlardı. Bugün ise bizleriz. Hz. Peygamber aramızda olmadığına göre, ayet zımnen Kur'an'ı açıklayan bir kaynak olarak ihtilafların çözümünde Sünnet'e göndermede bulunmaktadır. Hz. Peygamber'e itaat ve ittiba birinci şarttır. İkincisi, Hz. Peygamber'in verdiği bir hükümden hiçbir kuşku ve sıkıntı duymamaktır. Üçüncüsü, verdiği bir hükme tam bir huls-u kalb ile teslim olmaktır ki; bunun anlamı sadece görünürde (zahiren) değil, vicdanen de hükmünü kabul etmek gerekir. Aksi halde tam iman tahakkuk etmiş olmayacak.

"Tam teslimiyet"in iki anlamı var: Biri, adil vasfına güven duyduğumuz kimsenin vereceği karara teslimiyet, diğeri adaletin kendisine teslimiyet. Bu konuda hiç kimse Allah'ın Rasulü'nden (sas) daha adil değildi. O taraf tutmaz, kimseyi kayırmaz ve bir konuya tam vukufiyet sağlamadan hüküm vermezdi. Öncelikle şahsiyetinin bu yönüne teslimiyet esastır ki, peygamber olmanın zaten gereği budur. Diğeri, adalete ve hakkaniyete teslim olmaktan daha mutluluk ve huzur verici bir şey olamaz, çünkü bu sayede hak sahipleri haklarını elde eder, vicdanlar rahatlar ve ahirete görülecek hesaplar kalmaz.

Hz. Peygamber (sas) elbette bir beşerdir. Yer, içer, hastalanır, dış dünyanın şartlarından etkilenir. Ancak seçilmiş özel bir şahsiyettir. O'nu seçen yüce Allah'tır, bu yüzden tabii ve zaruri olarak öncelikli itaat da Allah'adır. Böyle olmakla beraber "Peygamber'e (sas) de itaat edilmesi" istenmesinin anlamı, vahyle gelen mesajın gündelik hayata uygulanırken, ete kemiğe bürünürken bunu bir beşerin gerçekleştirmesidir. Yani bizim içimizden çıkan, bizim dilimizi konuşan, bizim gibi beşeri vasıfları olan bir insan. Allah'ın ilmi bir aklın, faaliyet gösteren ve kapasitesi olan bir zihnin ürünü değildir. İnsan bilgisini ya geçmişten tevarüs eder, ya bir başkasından öğrenir, ya aklederek (akli) bilgi sahibi olur veya deney ve gözlemde bulunur ya da derin iç murakabe ve mücahede sonucunda kalbinde bazı bilgiler açığa çıkar. Peygamber de bir beşer olarak bu süreçlerin hepsini kullanır. Ama peygamber fazladan korunmuştur, küçük ölçekli yanılmalara düşecek olsa -zelle- ona müdahale edilmektedir. Vahyi alıp tecrübe ederken hikmeti en üst seviyede gerçekleştirmektedir.

Diğer bütün insanların akli güçleri sınırlıdır, O ise aklını vahyin kaynağı ile beslemiş, takviye etmiştir. Razi'nin zikrine göre, işte böyle bir akıl ümmetin aklıyla birleştiğinde, yani peygamberin aklına göre ümmet aklettiğinde toplam akıl güçlenir ve bu ortak akıl olarak ortaya çıkmış olur. Bu akılla yollar aydınlanır, sırlar çözülür, gözler ve tabiat üzerindeki perdeler açılır. Ümmetin ortak aklı ilim adamlarının; başka bir ifadeyle bilgide rusuh kazanmış, marifette üst tabakalara tırmanabilmiş seçkin insanların ortak görüş ve kanaatlerinde tecelli eder. Böylece "Allah'a itaat, Peygamber'e itaat ve Ulu'l-emr'e itaat (4/Nisa, 59. ayet)" temelinde zaman içinde tabii olarak ortaya çıkan sorunların, vuku bulan bireysel ve toplumsal ihtilafların çözümü için bireysel akıl yürütmelere (kıyas) sağlam bir zemin hazırlanmış olur. Bu İslam tefekkürünün ve fıkhının diğer beşeri havzalarda eşine rastlanmayan belirgin özelliklerinden biridir. Hayatın ana çerçevesini Peygamber Sireti, sosyal hayatın çok yönlü alanlarını Peygamber Sünneti ve epistemolojik dünyayı Peygamber Hikmeti belirlediğinde Allah'a itaat gerçekleşmiş olur.


ALİ BULAÇ

Hayvanlar Oruç Tutmaz

Son Asrın Evliyalarından Hacı Cemal Öğüt Fatih Camiinde, bir Ramazan gününde vaaz ediyor. Dışarıda oruç tutmayanları, başı açıkları, namaz kılmayanları görüyor, onlara bir şeyler demesi lazım, ama direkt olarak bir şey de söylemek istemiyor.

Konuya şöyle giriyor:

Şu Hacı Cemal var ya, bu saf hanımla nasıl yaşayacak, nasıl idare edecek, bilemiyorum."

Diyeceksiniz ki: "

Senin hanım çok mu saf?"

Aman sormayın, o kadar saf, o kadar saf ki, isterseniz bir saflık örneği vereyim de bakın anlayın. Hacı Cemal'in de bu saf hanımla nasıl yaşayacağını siz düşünün.

Efendim, öğle namazından önce abdestimi aldım, cübbemi giydim, kapıya da çıktım, buraya vaaza gelmek üzere ayakkabılarımı giyerken bizim hanım da mutfakta iftarlık yemek hazırlıyordu. Birden feryadı bastı.

"Eyvah, bu da mı gelecekti başıma?"

Hemen ayakkabılarımı çıkardım/mutfağa doğru koştum, baktım, mutfakta bir şey yok.

Dedim ki:

"Hanım, yangın alarmı verir gibi ne bağırıyorsun öyle? Ne var?"

Dedi ki:

"Görmüyor musun kediyi?"

"Görüyorum, kediye ne olmuş?"

“Daha ne olacak? İftarlık pideleri yiyor" demez mi?

Tepem attı.

"Hanım sen de ne kadar cimrisin. İnsan bir pide için bu kadar çığlık atar mı? İşte camiye gidiyorum. Ne kadar pide istersen alır getiririm, hem de tazesinden" deyince, hanım bu sefer saf saf bana baktı, dedi ki:

"İlahi hoca, asıl saf olan sensin! Ben pideye mi acıyorum? Görmüyor musun, şu mübarek Ramazan gününde hayvan oruç tutmuyor, oruç? Şapur şupur pide yiyor. Ben hayvanın oruç yediğine kızıyorum, ona üzülüyorum."

Tepem iyice attı. Ben de dedim ki:

"İlahi hatun sen bilmiyor musun ki, hayvanlar oruç tutmaz, sen bilmiyor musun ki hayvanlar namaz kılmaz, sen bilmiyor musun ki, hayvanlar açık yerlerini örtme ihtiyacı duymazlar"

Cemal Hoca cemaate döner:

“Nasıl bizim bu saf hatuna iyi söylemiş miyim?"

Cemaatte gülüşmeler, mesaj alınmıştır.