Bilmem farkında mısınız, müthiş bir kitap çıkardı Kabalcı Yayınevi. Öyle bir kere okumakla anlaşılmayacak, anlaşılıp da bir kenara kaldırılamayacak, zaten baştan sona dümdüz okumanın neredeyse imkânsız olduğu; en iyisi atlaya atlaya döne döne okunabilecek; insanın daima el altında tutabileceği, konu konu referans yapabileceği bir eser bu. Bir sözlük.
Lübnanlı kadın araştırmacı Suad el-Hakim'in derlediği, derlemek için senelerini verdiği bir yapıt: İbnü'l-Arabi Sözlüğü. Bu müthiş (ve hayli kalın, 748 sayfa) eseri Türkçeye kazandıran kişi ise Dr. Ekrem Demirli. Günlerdir masamın üzerinde İbnü'l-Arabi Sözlüğü. Gidip gelip bir sayfa açıyorum rastgele. Okuyor, kapatıyor, uzaklaşıyor, sonra tekrar yakınlaşıp gene açıyorum bu sefer başka bir gözle. Kırk kapılı bir saray gibi bu sözlük. Her seferinde başka bir kapıdan buyur ediyor misafirlerini. Her seferinde başka bir yolculuğa çıkıyorsunuz mana labirentinde.
Suad el-Hakim eserin başında bu derlemeyi yapmanın zorluklarından bahsederken, İbn Arabi'nin (ve keza pek çok mutasavvıfın) temel kelimeleri farklı aşamalarda farklı tanımladıklarını anlatır. Mesela "gurbet" kelimesi. Bu kelimenin üç ayrı anlamını çıkarmak mümkün. Birinci anlamı hepimizin gündelik hayatta kullandığı anlam. İkinci ve üçüncü anlamlar ise derece derece. "Sufiler gurbet kelimesi ile kalplerinin Allah ile beraber bulunmasını kastederler." Bunun gibi kelime kelime onlarca örnek vermek mümkün. Mutasavvıfların artan idrak seviyelerine göre başka türlü tanımladığı ve kullandığı anlamlar. Gündelik dilde, hayatın sıradan rutininde bilinmeyen kelime anlamları...
Suad el-Hakim şu soruyu sorar ardından. Peki acaba mutasavvıflar kelimeleri farklı kullanır, ifadelerini farklı bir düzlemde yaparlarsa, kendilerine has bir dil mi yaratmışlardır yüzyıllar boyunca? "Acaba sufiler kendi tecrübelerini başkalarının diliyle ifade edebilmiş midir? Edememişlerse, bir sufi sözlüğünün imkânı ortadan kalkar ve onlar hakkında araştırmalar birtakım teorilerle sınırlı kalır. Yoksa, sufiler tecrübelerinden yeni bir dil yaratabilmişler midir?" Yeni bir dil ve dilin yetmediği yerde yeni bir sessizlik. "Mistik" kelimesinin etimolojik kökeni "gözleri ve ağzı kapalı tutmak, dilsiz kalmak".
İçinde yaşadığımız çağ, ne yazık ki, yanlış anlamalar, yanlış aktarmalar çağı. "Doğu" ile "Batı" arasında ya da İslam ile Batı demokrasisi arasında bir medeniyetler çatışması yaşandığına inananların çağı. Böyle bir dönemde kelimelerin incelikleri daha da önem kazanıyor. Kelimelerin tasıdıkları nüansların irdelenmemesi İslam hakkındaki genellemeleri, genellemeler de korkuları ve önyargıları besliyor. "Sufi sözlüğü"nü okumak ise kelimelere yeniden özen göstermeye, temel kavramların farklı düzlemlerde taşıdıkları farklı anlamları düşünmeye teşvik ediyor.
Doğrusu, belki de böyle bir sözlüğü yazmanın ve okumanın en zor yanı, nüanslardan ziyade dile dökülemeyen, dilin yetmediği alanı anlatma ve anlama vazifesidir. Ne de olsa günlerden bir gün "Sufi kimdir?" diye sorarlar Ebu Hafs'a. Cevap verir o da: "Sufi kimdir diye soru sormayandır."
Ama soru sormadan da olmaz, bilgiyi önemsemeden de olmaz. Hem Mevlânâ'nın dediği gibi: "Susuzlar dünyada su ararlar. Ama su da dünyada susuzları arar".
elif safak
bilgisizsiniz
5 Eylül 2010 Pazar
İKİ ŞARABIN FARKI
Bir bakkal vardı, onun bir de dudusu vardı. Yeşil, güzel sesli ve söyler duduydu. Dükkanda dükkan bekçiliği yapar; bütün alış veriş edenlere hoş nükteler söyler, latifeler ederdi. İnsanlara hitap ederken insan gibi konuşurdu, dudu gibi ötmede de mahareti vardı.
Efendisi bir gün evine gitmişti. Dudu, dükkanı gözetliyordu. Ansızın fare tutmak için bir kedi, dükkana sıçradı. Duducağız can korkusundan, dükkanın baş köşesinden atıldı, bir tarafa kaçtı; gülyağı şişesini de döktü.
Sahibi evden çıkageldi. Tacircesine huzuru kalple dükkana geçti oturdu. Bir de baktı ki dükkan yağ içinde, elbisesi yağa bulanmış. Dudunun başına bir vurdu; dudunun dili tutuldu, başı kel oldu. Dudu birkaç günceğiz sesini kesti, söylemedi.
Bakkal nedametten ah etmeye başladı. Sakalını yolmakta, eyvah, demekteydi; nimet güneşim bulut altına girdi. O zaman keşke elim kırılsaydı; o güzel sözlünün başına nasıl oldu da vurdum?
Kuşu yine konuşsun diye yoksullara sadakalar vermekteydi.
Üç gün üç gece sonra şaşkın ve meyus, ümitsiz bir halde dükkanda otururken, ve binlerce gussaya, gama eş olup; bu kuş acaba ne vakit konuşacak; diye düşünüp dururken, Ansızın tas ve leğen dibi gibi tüysüz kafası ile bir Cevlaki geçiyordu. Dudu hemencecik dile gelip akıllılar gibi dervişe bağırdı:
“Ey kel, neden kellere karıştın; yoksa sen de şişeden gülyağı mı döktün? “ Onun bu kıyasından halk gülmeye başladı. Çünkü dudu, hırka sahibini kendisi gibi sanmıştı.
Temiz kişilerin işini kendinden kıyas tutma, gerçi yazıda (aslan manasına gelen) şir, (süt manasına gelen) şire benzer. Bütün alem bu sebepten yol azıttılar.
Tanrı Abdallarından az kişi agah oldu. Peygamberlerle beraberlik iddia ettiler (biz de onlar gibiyiz dediler); Velileri de kendileri gibi sandılar.
Dediler ki: “İşte biz de insanız, onlar da insan. Bizde uyumaya ve yemeğe bağlıyız, onlar da. “Onlar körlüklerinden aralarında uçsuz bucaksız bir fark olduğunu bilmediler. Her iki çeşit arı, bir yerden yedi. Fakat bundan zehir hasıl oldu, ondan bal. Her iki çeşit geyik otladı, su içti. Birinden fışkı zuhur etti, öbüründen halis misk.Her iki kamış da bir sulaktan su içti. Biri bomboş öbürü şekerle dopdolu.
Böyle yüzbinlerce birbirine benzer şeyler var, aralarında bulunan yetmiş yıllık farkı sen gör! Bu, yer; ondan pislik çıkar... o, yer; kamilen Tanrı nuru olur. Bu, yer; ondan tamamı ile hasislik ve haset zuhur eder... o, yer; ondan tamamı ile Tek Tanrı’nın nuru husule gelir. Bu temiz yerdir, o çorak ve pis yer. Bu temiz melektir o şeytan ve canavar!
Her iki suretin birbirine benzemesi caizdir, acı su da, tatlı su da berraktır. Zevk sahibinden başka kim anlayabilir?
Onu bul! Tatlı su ile acı suyun farkını işte o anlar. (Zevk sahibi olmayan) sihri, mucize ile mukayese ederek her ikisinin de esası hiledir sanır.
Musa ile savaşan sihirbazlar, inatlarından ellerine onun asası gibi asa aldılar. Bu asa ile o asa arasında çok fark var, bu işle o işin arasıda pek büyük bir yol var. Bu işin ardında Tanrı laneti var, o işe karşılık da vade vefa olarak Tanrı rahmeti var. Kafirler inatlaşmada maymun tabiatlıdırlar. Tabiat, içte, gönülde bir afettir.
İnsan ne yaparsa maymunda yapar; maymun her zaman insandan gördüğünü yapıp durur. O, “Bende onun gibi yaptım” sanır. O inatçı mahluk aradaki farkı nereden bilecek? Bu emirden dolayı yapar, o, inat ve savaş için.
İnatçı kişilerin başlarına toprak saç! O münafık, muvafıkla beraber, inat ve taklide uyup namaza durur; niyaz ve tazarru için değil.
Müminler; namazda, oruçta, hacda, zekatta münafıkla kazanıp kaybetmektedirler. Müminler için nihayet kazanç vardır, münafıka da ahirette mat olma.İkisi de bir oyun başındaysa da birbirlerine nispetle aralarında ne kadar fark var; biri Merv’li öbürü Rey’li!
Her biri kendi makamına gider, her biri kendi adına uygun olarak yürür.
Onu mümin diye çağırırlar, ruhu hoşlanır. Münafık derlerse sertleşir, ateş kesilir. Onun adı zatı yüzünden sevgilidir. Bunun adının sevilmemesi, afetleri yüzünden, nifakla sıfatlanmış olan zatından dolayıdır.
Mim, vav, mim ve nun harflerinde bir yücelik yoktur. Mümin sözü ancak tarif içindir. Ona münafık dersen... o aşağılık ad, içini akrep gibi dağlar. Bu ad, cehennemden ayrılmış ve kopmuş değilse niçin cehennem tadı var? O kötü adın çirkinliği harften değildir. O deniz suyunun acılığı kaptan değildir.
Harf kaptır ondaki mana su gibidir. Mana denizi de “Ümm-ül-Kitap” yanında bulunan, kendisinde olan zattır.
Dünya da acı ve tatlı deniz var. Aralarında bir perde var ki birbirine taşmaz karışmazlar. Fakat şu var ki bu iki denizin her ikisi de bir asıldan akar. Bu ikisinden de geç, ta... onun aslına kadar yürü.
Kalp altınla halis altın ayarda belli olur. Kalpla halisi, mehenge vurmadıkça tahmini olarak bilemezsin.
Tanrı kimin ruhuna mehenk korsa ancak o kişi, yakini şüpheden ayırdedebilir.
Diri bir kişinin ağzına bir sıçrayıp girse o adam, onu dışarı çıkarıp attığı zaman rahatlar. Binlerce lokma arasında ağzına ufacık bir çöp girdi mi, diri kişinin hissi onu duyar sezer.
Dünya hissi, bu cihanın merdivenidir, din hisside göklerin merdiveni. Bu hissin sağlığını hekimden isteyiniz, o hissin sağlığını Habib’den (H.Muhammed’den) . Bu hissin sağlığı, vücut sağlamlığındandır, o hissin sağlığı vücudu harabetmektedir. Can yolu, mutlaka cismi viran eder, onu yıktıktan sonra da yapar.
Ne mutludur ve ne kutludur o can ki mana aşkıyla evini, barkını, mülkünü, malını bağışlamıştır. Altın definesi için evi harabetmiştir; fakat o altın definesini elde ettikten sonra o evi daha mamur bir hale getirmiştir. Suyu kesmiş suyun aktığı yolu temizlemiş, ondan sonra arka içilecek su akıtılmıştır.
Deriyi yarmış,termeni çıkarmış... ondan sonra orada yepyeni bir deri bitmiştir. Kaleyi yıkıp kafirden almış, ondan sonra oraya yüzlerce burç ve hendek yapmıştır.
Hikmetinden sual edilmeyen Tanrı'’nın işini kim anlayabilir, o işin hakikatine kim erişebilir? Bu söylediğim sözler, ancak anlatmak için söylenmiş zaruri sözlerdir. Gah böyle gösterir, gah bunun aksini.
Din işinin kühnünü anlamaya imkan yoktur. Ona ancak hayran olunur. Fakat din işinde hayrete düşen, arkasını ona çevirmiş ondan haberi olmayan bir hayran değil, sevgiliye dalmış, onun yüzünden sarhoş olmuş, kendisinden geçmiş bir hayrandır.
Birisinin yüzü sevgiliye karşıdır, öbürünün yüzü yine kendisine doğru. Her ikisinin yüzüne de bak. Her ikisinin yüzünü de hatırında tut. Hizmet dolayısıyla yüz tanır olman mümkündür. Zira nice insan suratlı şeytan vardır. Binaenaleyh her ele el vermek layık değildir.
Kuş tutan avcı, kuşu avlamak için ıslık çalar, ötme taklidi yapar. Aşağılık kişi dervişlerin sözlerini, bir selim kalpli kişiye afsun okumak, onu afsunlamak için çalar.
Erlerin huyu açıklık ve sıcaklıktır. Aşağılıkların işi hile ve utanmazlıktır. Dilenmek için yünden aslan yaparlar. (yol aslanlarının şekline bürünür, onlar gibi görünürler),
Ebu Museylim’e Ahmet lakabı verirler. Ebu Müseylim’in lakabı yalancı olarak kaldı, Muhammed’e de akıllar sahibi dendi. O hak şarabının mührü, şişenin kapağı; halis misktir. Adi şarabın mührü, şişesinin kapağı ise pis koku ve azaptır.
Efendisi bir gün evine gitmişti. Dudu, dükkanı gözetliyordu. Ansızın fare tutmak için bir kedi, dükkana sıçradı. Duducağız can korkusundan, dükkanın baş köşesinden atıldı, bir tarafa kaçtı; gülyağı şişesini de döktü.
Sahibi evden çıkageldi. Tacircesine huzuru kalple dükkana geçti oturdu. Bir de baktı ki dükkan yağ içinde, elbisesi yağa bulanmış. Dudunun başına bir vurdu; dudunun dili tutuldu, başı kel oldu. Dudu birkaç günceğiz sesini kesti, söylemedi.
Bakkal nedametten ah etmeye başladı. Sakalını yolmakta, eyvah, demekteydi; nimet güneşim bulut altına girdi. O zaman keşke elim kırılsaydı; o güzel sözlünün başına nasıl oldu da vurdum?
Kuşu yine konuşsun diye yoksullara sadakalar vermekteydi.
Üç gün üç gece sonra şaşkın ve meyus, ümitsiz bir halde dükkanda otururken, ve binlerce gussaya, gama eş olup; bu kuş acaba ne vakit konuşacak; diye düşünüp dururken, Ansızın tas ve leğen dibi gibi tüysüz kafası ile bir Cevlaki geçiyordu. Dudu hemencecik dile gelip akıllılar gibi dervişe bağırdı:
“Ey kel, neden kellere karıştın; yoksa sen de şişeden gülyağı mı döktün? “ Onun bu kıyasından halk gülmeye başladı. Çünkü dudu, hırka sahibini kendisi gibi sanmıştı.
Temiz kişilerin işini kendinden kıyas tutma, gerçi yazıda (aslan manasına gelen) şir, (süt manasına gelen) şire benzer. Bütün alem bu sebepten yol azıttılar.
Tanrı Abdallarından az kişi agah oldu. Peygamberlerle beraberlik iddia ettiler (biz de onlar gibiyiz dediler); Velileri de kendileri gibi sandılar.
Dediler ki: “İşte biz de insanız, onlar da insan. Bizde uyumaya ve yemeğe bağlıyız, onlar da. “Onlar körlüklerinden aralarında uçsuz bucaksız bir fark olduğunu bilmediler. Her iki çeşit arı, bir yerden yedi. Fakat bundan zehir hasıl oldu, ondan bal. Her iki çeşit geyik otladı, su içti. Birinden fışkı zuhur etti, öbüründen halis misk.Her iki kamış da bir sulaktan su içti. Biri bomboş öbürü şekerle dopdolu.
Böyle yüzbinlerce birbirine benzer şeyler var, aralarında bulunan yetmiş yıllık farkı sen gör! Bu, yer; ondan pislik çıkar... o, yer; kamilen Tanrı nuru olur. Bu, yer; ondan tamamı ile hasislik ve haset zuhur eder... o, yer; ondan tamamı ile Tek Tanrı’nın nuru husule gelir. Bu temiz yerdir, o çorak ve pis yer. Bu temiz melektir o şeytan ve canavar!
Her iki suretin birbirine benzemesi caizdir, acı su da, tatlı su da berraktır. Zevk sahibinden başka kim anlayabilir?
Onu bul! Tatlı su ile acı suyun farkını işte o anlar. (Zevk sahibi olmayan) sihri, mucize ile mukayese ederek her ikisinin de esası hiledir sanır.
Musa ile savaşan sihirbazlar, inatlarından ellerine onun asası gibi asa aldılar. Bu asa ile o asa arasında çok fark var, bu işle o işin arasıda pek büyük bir yol var. Bu işin ardında Tanrı laneti var, o işe karşılık da vade vefa olarak Tanrı rahmeti var. Kafirler inatlaşmada maymun tabiatlıdırlar. Tabiat, içte, gönülde bir afettir.
İnsan ne yaparsa maymunda yapar; maymun her zaman insandan gördüğünü yapıp durur. O, “Bende onun gibi yaptım” sanır. O inatçı mahluk aradaki farkı nereden bilecek? Bu emirden dolayı yapar, o, inat ve savaş için.
İnatçı kişilerin başlarına toprak saç! O münafık, muvafıkla beraber, inat ve taklide uyup namaza durur; niyaz ve tazarru için değil.
Müminler; namazda, oruçta, hacda, zekatta münafıkla kazanıp kaybetmektedirler. Müminler için nihayet kazanç vardır, münafıka da ahirette mat olma.İkisi de bir oyun başındaysa da birbirlerine nispetle aralarında ne kadar fark var; biri Merv’li öbürü Rey’li!
Her biri kendi makamına gider, her biri kendi adına uygun olarak yürür.
Onu mümin diye çağırırlar, ruhu hoşlanır. Münafık derlerse sertleşir, ateş kesilir. Onun adı zatı yüzünden sevgilidir. Bunun adının sevilmemesi, afetleri yüzünden, nifakla sıfatlanmış olan zatından dolayıdır.
Mim, vav, mim ve nun harflerinde bir yücelik yoktur. Mümin sözü ancak tarif içindir. Ona münafık dersen... o aşağılık ad, içini akrep gibi dağlar. Bu ad, cehennemden ayrılmış ve kopmuş değilse niçin cehennem tadı var? O kötü adın çirkinliği harften değildir. O deniz suyunun acılığı kaptan değildir.
Harf kaptır ondaki mana su gibidir. Mana denizi de “Ümm-ül-Kitap” yanında bulunan, kendisinde olan zattır.
Dünya da acı ve tatlı deniz var. Aralarında bir perde var ki birbirine taşmaz karışmazlar. Fakat şu var ki bu iki denizin her ikisi de bir asıldan akar. Bu ikisinden de geç, ta... onun aslına kadar yürü.
Kalp altınla halis altın ayarda belli olur. Kalpla halisi, mehenge vurmadıkça tahmini olarak bilemezsin.
Tanrı kimin ruhuna mehenk korsa ancak o kişi, yakini şüpheden ayırdedebilir.
Diri bir kişinin ağzına bir sıçrayıp girse o adam, onu dışarı çıkarıp attığı zaman rahatlar. Binlerce lokma arasında ağzına ufacık bir çöp girdi mi, diri kişinin hissi onu duyar sezer.
Dünya hissi, bu cihanın merdivenidir, din hisside göklerin merdiveni. Bu hissin sağlığını hekimden isteyiniz, o hissin sağlığını Habib’den (H.Muhammed’den) . Bu hissin sağlığı, vücut sağlamlığındandır, o hissin sağlığı vücudu harabetmektedir. Can yolu, mutlaka cismi viran eder, onu yıktıktan sonra da yapar.
Ne mutludur ve ne kutludur o can ki mana aşkıyla evini, barkını, mülkünü, malını bağışlamıştır. Altın definesi için evi harabetmiştir; fakat o altın definesini elde ettikten sonra o evi daha mamur bir hale getirmiştir. Suyu kesmiş suyun aktığı yolu temizlemiş, ondan sonra arka içilecek su akıtılmıştır.
Deriyi yarmış,termeni çıkarmış... ondan sonra orada yepyeni bir deri bitmiştir. Kaleyi yıkıp kafirden almış, ondan sonra oraya yüzlerce burç ve hendek yapmıştır.
Hikmetinden sual edilmeyen Tanrı'’nın işini kim anlayabilir, o işin hakikatine kim erişebilir? Bu söylediğim sözler, ancak anlatmak için söylenmiş zaruri sözlerdir. Gah böyle gösterir, gah bunun aksini.
Din işinin kühnünü anlamaya imkan yoktur. Ona ancak hayran olunur. Fakat din işinde hayrete düşen, arkasını ona çevirmiş ondan haberi olmayan bir hayran değil, sevgiliye dalmış, onun yüzünden sarhoş olmuş, kendisinden geçmiş bir hayrandır.
Birisinin yüzü sevgiliye karşıdır, öbürünün yüzü yine kendisine doğru. Her ikisinin yüzüne de bak. Her ikisinin yüzünü de hatırında tut. Hizmet dolayısıyla yüz tanır olman mümkündür. Zira nice insan suratlı şeytan vardır. Binaenaleyh her ele el vermek layık değildir.
Kuş tutan avcı, kuşu avlamak için ıslık çalar, ötme taklidi yapar. Aşağılık kişi dervişlerin sözlerini, bir selim kalpli kişiye afsun okumak, onu afsunlamak için çalar.
Erlerin huyu açıklık ve sıcaklıktır. Aşağılıkların işi hile ve utanmazlıktır. Dilenmek için yünden aslan yaparlar. (yol aslanlarının şekline bürünür, onlar gibi görünürler),
Ebu Museylim’e Ahmet lakabı verirler. Ebu Müseylim’in lakabı yalancı olarak kaldı, Muhammed’e de akıllar sahibi dendi. O hak şarabının mührü, şişenin kapağı; halis misktir. Adi şarabın mührü, şişesinin kapağı ise pis koku ve azaptır.
1 Eylül 2010 Çarşamba
Aşk ve İtaat
Hallac-ı Mansur 'aşkı şeytandan, itaatı da Âdem'den' öğrenmek gerektiğini ifade ediyor. Aşk ve itaat kavramını nasıl anlamalıyız?
Başta bu görüşün Hallac-ı Mansur'a ait bir düşünce olduğunu, dolayısıyla da Vahdet-i Vücudçu bir yaklaşım içerdiğini ifade etmek isterim.
Saniyen; buradaki aşkı iki mânâda anlayabiliriz. Bir; hakikati keşfetmek ve onu keşf adına önü alınmaz bir arzuya sahip olmak. İki; birine karşı inhisar-i fikr etme, teveccüh bekleme, kendine başka rakip kabul etmeyip 'ben varken başkaları da kim oluyor ki?!.' vs. gibi düşüncelere saplanmak.
İşte bu ikinci şıkta bir bencillik ve egoizma sezilmektedir. Aslında şeytanın, kendi mahiyetinin müsait olduğu ölçüde, yani zaman ve mekân cihetiyle, kapsayıcılığı açısından bir faikiyeti söz konusu olabilir. Böyle bir hususiyeti ile o, insanın önünde görünebilir ki, bu yanıyla şeytan, 'ben Âdem'i istemem, onu kendime tercih etmem..' düşüncesine girebilir.. Eğer buna bir aşk denecekse şeytanınki böyle bir aşktır.
Fakat böyle malul, karşılık bekleyen ve yanlış bir gayrete iten aşktansa, insanı kemâle götüren itaat düşüncesi -ki her şeyi Allah rızası için yapıp semerâtını burada beklememe, dünyevî garazlardan uzak kalma, Allah'la pazarlığa kapalı olma, daima inkıyad ve teslimiyet içinde hareket etme demektir- daha emniyetli ve zengince bir düşüncedir.
İşte bu şekilde değişik mülâhazalarla mukayyed bir düşünceyi ifade için Hallac: 'Aşkı şeytandan, itaatı da Âdem'den öğrenmek gerek' demiştir.
Bir de aşk, acz ve fakr kaynaklı olması itibarıyla kendi ruhunda, birtakım su-i istimallere açık kapıları bulundurmaktadır. Evet aşık, maşukundan kat'-ı alâka edebilir, edebilir ama, onun bir kısım perdelere takılıp kalması da muhtemeldir. Bu zaviyeden baktığımızda şeytanın maruz kaldığı bu durumu, o perdelerden biri kabul edebiliriz.
Onun için de hem aşkta, hem şevkte, hem de şükürde sünnet-i seniyye yolunu takip etmek çok önemlidir. Bazen insan, bunlarda arayıp hayal ettiği şeyleri bulamayabilir; bulamayıp çeşitli beklentilere girebilir, hatta sebepler adına ortaya konan şeyleri mutlak değer olarak ele alıp 'bu sebepler, şu neticeleri doğurmalıydı' diyebilir vs. Oysa ki, Allah'ın (cc) bizi cebirler içinde sürüklemesinde de ayrı bir rahmet ve adalet vardır. -Haşa- O'nun, bizim sebeplere tevessülümüzle neticeyi yaratma gibi bir mecburiyeti yoktur. İşte Sünnet-i seniyye bize bu hakikati öğretmektedir. Aliyyü'l-Kârî bunu ifade ederken, 'Hiçbir şey, 'Müteâl' olan Allah üzerine vacib değildir. Allah'ın kul ile kendisi arasında tenezzülen yaptığı bazı mukavelelerde; 'bu senin hakkın, bu da benim hakkım' demesi, dilin bir hususiyeti olan mukabele esasına göredir. Yoksa ne haddimize ki, bütün malzemesi kendisine ait olan irade dediğimiz şeyle, kalkıp o işin neticesine sahip çıkalım? Nasıl ki, neticeyi hasıl etmek elimizden gelmez, öyle de hükümleri neticeye bina etmek de elimizde değildir' der.
Evet, esasen sebeplerle müsebbeb arasında bir münasebet vardır ve âdet-i sübhaniye prensipleri içinde, o sebeplere riayet edilince, sonuç meydana gelmektedir. Ancak o sebepleri temsil eden insanların, müsebbebi düşünme ve 'ille de böyle olacak' deme hakları yoktur. Çünkü sebep-müsebbep irtibatı olsa da, gerçekte neticeler sebeplere bina edilmemiştir. Meselâ, Cenâb-ı Hakk, meşietini ortaya koymak için insanlara: 'Siz Güneş Sistemine üflediğinizde ben onu dağıtırım' dese ve biz de Güneş Sistemine üflesek; Allah (cc), onu dağıtır ve buna da biz sebebiyet vermiş oluruz. Ama realite planında yani sebep-netice münasebeti açısından bizim üflememizle Güneş Sisteminin dağılmayacağı muhakkaktır.
Hasılı, şeytan aşkı yerine, Hz. Âdem'in itaatını esas alarak kulluk yoluna süluk etmemiz daha güzeldir. Zira aşk, bazen insanın ayağının doğru yoldan kaymasına sebebiyet verebilir. Fakat sünnet-i seniyye çizgisinde bir itaat, asla!..
Hallac-ı Mansur'un bu tespitine bir de aşk-itaat mukayesesi açısından bakalım. Aslında Hallac'a bu sözü söyleten onun şeytan hakkındaki şu düşüncesidir. 'Şeytan, Allah'a karşı gönlünü kilitlemiş, O'ndan başkasına gönül vermeyen birisi idi. Ne var ki o, Allah ile kendisi arasında insanı görünce; böyle görmenin de ötesinde, bir de Âdem'e secde ile emr olununca, -Hallac gibi düşünenlere göre- şeytanın aşkı; onun Allah'tan gayrısına secde etmesine mani oldu. Bu sebeple 'ben senden başkasına secde etmem dedi.' Bu düşüncelere bütünüyle katılmak mümkün değil. Kaldı ki böyle bile olsa, Hallac'ın da şeytan'ın da atladığı bir şey var; o da emre itaatteki incelik. Hz. Âdem emre itaattaki inceliği anlamış ve sürçtükten sonra hemen doğrulup, 'Ey Rabbimiz! Biz (emrini dinlememek suretiyle) kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz' (A'raf/23) diyerek dua dua yalvarmıştı. Şeytana gelince o, Allah'ın Âdem'e (as) secde emrindeki espriyi anlayamamıştı.
Aşk-itaat mukayesesi açısından demiştik yukarıda; aşk, itaat kaynaklı olursa bir mânâ ifade eder. Eğer aşkta itaat yoksa, ondan şatahatlar doğabileceği gibi, ümitsizlikler, inkisarlar, inkârlar da doğabilir. Hatta aşkın büyüklüğü nisbetinde şatahatlar büyür, kurbiyet ufkunda bu'diyetler, yani Hakk'a yakınlaşma çizgisinde uzaklaşmalar meydana gelebilir ve kıymetli şeyler bir anda kıymetsizleşebilir. Bu neticeler, aşkın ehemmiyetsiz bir şey olduğuna delâlet etmez. Aşk, 'Kalbin Zümrüt Tepeleri'nde de ifade edildiği gibi çok önemlidir. Hatta bazıları onun mecazisine bile çok büyük önem vermiş, cismanî ve bedenî aşk yüzünden ölen insanlara şehit nazarıyla bakmışlardır. Leyla ile Mecnun, Şirin ile Ferhat, Aslı ile Kerem vb. halk hikayeleri hep bu türlü kara sevdaları destanlaştırmıştır. Ancak yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, aşka değer kazandıran kaide ve kurallara riayet edildiği müddetçe aşk bir mânâ ifade eder. Aksi halde aşktan beklenilen şeyler bulunamayınca ve vuslat da bir türlü gerçekleşmeyince, ilgi ve alâka küskünlüğe inkılap edebilir.
İşte -ihtimal- şeytan Allah'tan bu mukabeleyi bulamadığı için hüsrana uğramış, yıkılmış ve bir daha da doğrulamamıştır.
İtaate gelince, onda bazı yanlarıyla da olsa, bu türlü hatalı şeyler hiç olmaz. İtaat, itaat edilmesi gerekli olan Zat'a, O'nun arzu ve isteklerine itaat edilmesi gerektiği için, onun rızası istikametinde yapılan kalbî ve fiilî bir ameldir.
Öte yandan aşk, insanın muvazenesine tesir eder. Bu ise dengesiz davranışlara kapı açar. Yani aşk insanı bir açıdan mecnun/deli eder. Bu açıdan da bir yönüyle şeytan, temelden dengesiz bir varlıktır.
İtaatta vaz'edilen kurallara milimi milimine uymak şarttır. Bu ise denge demektir. Âdem'in itaati tercih etmesi, onun bir dengeli varlık olduğunu gösterir.
Son bir husus, ilk başta bir tek cümle ile işaret ettiğim gibi Hallac panteist bir adamdır. O ve bir ölçüde Muhyiddin İbn-i Arabî gibi zatlar çok defa Allah'ın rahmetinin enginliği açısından meseleleri değerlendirirler; değerlendirir ve şeytan ve firavunlar için bile bir kurtuluş yolu ararlar. Bu açıdan da onların şeytan hakkında bu türlü yorumda bulunmaları, temel felsefelerinin gereğidir. Zira onlara göre 'heme ost; her şey O'dur' ve şeytan O'nun ayrı bir tezahürü, farklı bir tecellisidir. Oysa bize göre 'heme ez ost; her şey O'ndandır.' Dolayısıyla Hallac'ın 'aşkı şeytandan, itaati Âdem'den öğrenmek lazım' demesini, benimsemiş olduğu panteist düşünce açısından normal kabul etmek gerekir.
f.GÜLEN
Başta bu görüşün Hallac-ı Mansur'a ait bir düşünce olduğunu, dolayısıyla da Vahdet-i Vücudçu bir yaklaşım içerdiğini ifade etmek isterim.
Saniyen; buradaki aşkı iki mânâda anlayabiliriz. Bir; hakikati keşfetmek ve onu keşf adına önü alınmaz bir arzuya sahip olmak. İki; birine karşı inhisar-i fikr etme, teveccüh bekleme, kendine başka rakip kabul etmeyip 'ben varken başkaları da kim oluyor ki?!.' vs. gibi düşüncelere saplanmak.
İşte bu ikinci şıkta bir bencillik ve egoizma sezilmektedir. Aslında şeytanın, kendi mahiyetinin müsait olduğu ölçüde, yani zaman ve mekân cihetiyle, kapsayıcılığı açısından bir faikiyeti söz konusu olabilir. Böyle bir hususiyeti ile o, insanın önünde görünebilir ki, bu yanıyla şeytan, 'ben Âdem'i istemem, onu kendime tercih etmem..' düşüncesine girebilir.. Eğer buna bir aşk denecekse şeytanınki böyle bir aşktır.
Fakat böyle malul, karşılık bekleyen ve yanlış bir gayrete iten aşktansa, insanı kemâle götüren itaat düşüncesi -ki her şeyi Allah rızası için yapıp semerâtını burada beklememe, dünyevî garazlardan uzak kalma, Allah'la pazarlığa kapalı olma, daima inkıyad ve teslimiyet içinde hareket etme demektir- daha emniyetli ve zengince bir düşüncedir.
İşte bu şekilde değişik mülâhazalarla mukayyed bir düşünceyi ifade için Hallac: 'Aşkı şeytandan, itaatı da Âdem'den öğrenmek gerek' demiştir.
Bir de aşk, acz ve fakr kaynaklı olması itibarıyla kendi ruhunda, birtakım su-i istimallere açık kapıları bulundurmaktadır. Evet aşık, maşukundan kat'-ı alâka edebilir, edebilir ama, onun bir kısım perdelere takılıp kalması da muhtemeldir. Bu zaviyeden baktığımızda şeytanın maruz kaldığı bu durumu, o perdelerden biri kabul edebiliriz.
Onun için de hem aşkta, hem şevkte, hem de şükürde sünnet-i seniyye yolunu takip etmek çok önemlidir. Bazen insan, bunlarda arayıp hayal ettiği şeyleri bulamayabilir; bulamayıp çeşitli beklentilere girebilir, hatta sebepler adına ortaya konan şeyleri mutlak değer olarak ele alıp 'bu sebepler, şu neticeleri doğurmalıydı' diyebilir vs. Oysa ki, Allah'ın (cc) bizi cebirler içinde sürüklemesinde de ayrı bir rahmet ve adalet vardır. -Haşa- O'nun, bizim sebeplere tevessülümüzle neticeyi yaratma gibi bir mecburiyeti yoktur. İşte Sünnet-i seniyye bize bu hakikati öğretmektedir. Aliyyü'l-Kârî bunu ifade ederken, 'Hiçbir şey, 'Müteâl' olan Allah üzerine vacib değildir. Allah'ın kul ile kendisi arasında tenezzülen yaptığı bazı mukavelelerde; 'bu senin hakkın, bu da benim hakkım' demesi, dilin bir hususiyeti olan mukabele esasına göredir. Yoksa ne haddimize ki, bütün malzemesi kendisine ait olan irade dediğimiz şeyle, kalkıp o işin neticesine sahip çıkalım? Nasıl ki, neticeyi hasıl etmek elimizden gelmez, öyle de hükümleri neticeye bina etmek de elimizde değildir' der.
Evet, esasen sebeplerle müsebbeb arasında bir münasebet vardır ve âdet-i sübhaniye prensipleri içinde, o sebeplere riayet edilince, sonuç meydana gelmektedir. Ancak o sebepleri temsil eden insanların, müsebbebi düşünme ve 'ille de böyle olacak' deme hakları yoktur. Çünkü sebep-müsebbep irtibatı olsa da, gerçekte neticeler sebeplere bina edilmemiştir. Meselâ, Cenâb-ı Hakk, meşietini ortaya koymak için insanlara: 'Siz Güneş Sistemine üflediğinizde ben onu dağıtırım' dese ve biz de Güneş Sistemine üflesek; Allah (cc), onu dağıtır ve buna da biz sebebiyet vermiş oluruz. Ama realite planında yani sebep-netice münasebeti açısından bizim üflememizle Güneş Sisteminin dağılmayacağı muhakkaktır.
Hasılı, şeytan aşkı yerine, Hz. Âdem'in itaatını esas alarak kulluk yoluna süluk etmemiz daha güzeldir. Zira aşk, bazen insanın ayağının doğru yoldan kaymasına sebebiyet verebilir. Fakat sünnet-i seniyye çizgisinde bir itaat, asla!..
Hallac-ı Mansur'un bu tespitine bir de aşk-itaat mukayesesi açısından bakalım. Aslında Hallac'a bu sözü söyleten onun şeytan hakkındaki şu düşüncesidir. 'Şeytan, Allah'a karşı gönlünü kilitlemiş, O'ndan başkasına gönül vermeyen birisi idi. Ne var ki o, Allah ile kendisi arasında insanı görünce; böyle görmenin de ötesinde, bir de Âdem'e secde ile emr olununca, -Hallac gibi düşünenlere göre- şeytanın aşkı; onun Allah'tan gayrısına secde etmesine mani oldu. Bu sebeple 'ben senden başkasına secde etmem dedi.' Bu düşüncelere bütünüyle katılmak mümkün değil. Kaldı ki böyle bile olsa, Hallac'ın da şeytan'ın da atladığı bir şey var; o da emre itaatteki incelik. Hz. Âdem emre itaattaki inceliği anlamış ve sürçtükten sonra hemen doğrulup, 'Ey Rabbimiz! Biz (emrini dinlememek suretiyle) kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz' (A'raf/23) diyerek dua dua yalvarmıştı. Şeytana gelince o, Allah'ın Âdem'e (as) secde emrindeki espriyi anlayamamıştı.
Aşk-itaat mukayesesi açısından demiştik yukarıda; aşk, itaat kaynaklı olursa bir mânâ ifade eder. Eğer aşkta itaat yoksa, ondan şatahatlar doğabileceği gibi, ümitsizlikler, inkisarlar, inkârlar da doğabilir. Hatta aşkın büyüklüğü nisbetinde şatahatlar büyür, kurbiyet ufkunda bu'diyetler, yani Hakk'a yakınlaşma çizgisinde uzaklaşmalar meydana gelebilir ve kıymetli şeyler bir anda kıymetsizleşebilir. Bu neticeler, aşkın ehemmiyetsiz bir şey olduğuna delâlet etmez. Aşk, 'Kalbin Zümrüt Tepeleri'nde de ifade edildiği gibi çok önemlidir. Hatta bazıları onun mecazisine bile çok büyük önem vermiş, cismanî ve bedenî aşk yüzünden ölen insanlara şehit nazarıyla bakmışlardır. Leyla ile Mecnun, Şirin ile Ferhat, Aslı ile Kerem vb. halk hikayeleri hep bu türlü kara sevdaları destanlaştırmıştır. Ancak yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, aşka değer kazandıran kaide ve kurallara riayet edildiği müddetçe aşk bir mânâ ifade eder. Aksi halde aşktan beklenilen şeyler bulunamayınca ve vuslat da bir türlü gerçekleşmeyince, ilgi ve alâka küskünlüğe inkılap edebilir.
İşte -ihtimal- şeytan Allah'tan bu mukabeleyi bulamadığı için hüsrana uğramış, yıkılmış ve bir daha da doğrulamamıştır.
İtaate gelince, onda bazı yanlarıyla da olsa, bu türlü hatalı şeyler hiç olmaz. İtaat, itaat edilmesi gerekli olan Zat'a, O'nun arzu ve isteklerine itaat edilmesi gerektiği için, onun rızası istikametinde yapılan kalbî ve fiilî bir ameldir.
Öte yandan aşk, insanın muvazenesine tesir eder. Bu ise dengesiz davranışlara kapı açar. Yani aşk insanı bir açıdan mecnun/deli eder. Bu açıdan da bir yönüyle şeytan, temelden dengesiz bir varlıktır.
İtaatta vaz'edilen kurallara milimi milimine uymak şarttır. Bu ise denge demektir. Âdem'in itaati tercih etmesi, onun bir dengeli varlık olduğunu gösterir.
Son bir husus, ilk başta bir tek cümle ile işaret ettiğim gibi Hallac panteist bir adamdır. O ve bir ölçüde Muhyiddin İbn-i Arabî gibi zatlar çok defa Allah'ın rahmetinin enginliği açısından meseleleri değerlendirirler; değerlendirir ve şeytan ve firavunlar için bile bir kurtuluş yolu ararlar. Bu açıdan da onların şeytan hakkında bu türlü yorumda bulunmaları, temel felsefelerinin gereğidir. Zira onlara göre 'heme ost; her şey O'dur' ve şeytan O'nun ayrı bir tezahürü, farklı bir tecellisidir. Oysa bize göre 'heme ez ost; her şey O'ndandır.' Dolayısıyla Hallac'ın 'aşkı şeytandan, itaati Âdem'den öğrenmek lazım' demesini, benimsemiş olduğu panteist düşünce açısından normal kabul etmek gerekir.
f.GÜLEN
Peygamber aklı
Nisa Sûresi'nin 65. ayetinde "Hayır öyle değil; Rabb'ine andolsun, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem kılıp sonra senin verdiğin hükme, içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça, imân etmiş olmazlar." buyrulur.
Ayetin kuvvetli vurgusuna göre, insanlar arasında vuku bulacak ihtilaflarda Hz. Peygamber'in (sas) hakem tayin edilmesi emredilmektedir. Söz konusu ihtilaflar "(şecer)" sıradan şeyler değil, dallanıp budaklanan, sarpa saran ve duruma göre çatışmalara yol açabilecek potansiyele sahip olan ihtilaflardır. Böyle durumlarda Hz. Peygamber'in hakem tayin edilmesi gerekmektedir ki, ayetin indiği ortamda bu hükmün muhatabı o günkü insanlardı. Bugün ise bizleriz. Hz. Peygamber aramızda olmadığına göre, ayet zımnen Kur'an'ı açıklayan bir kaynak olarak ihtilafların çözümünde Sünnet'e göndermede bulunmaktadır. Hz. Peygamber'e itaat ve ittiba birinci şarttır. İkincisi, Hz. Peygamber'in verdiği bir hükümden hiçbir kuşku ve sıkıntı duymamaktır. Üçüncüsü, verdiği bir hükme tam bir huls-u kalb ile teslim olmaktır ki; bunun anlamı sadece görünürde (zahiren) değil, vicdanen de hükmünü kabul etmek gerekir. Aksi halde tam iman tahakkuk etmiş olmayacak.
"Tam teslimiyet"in iki anlamı var: Biri, adil vasfına güven duyduğumuz kimsenin vereceği karara teslimiyet, diğeri adaletin kendisine teslimiyet. Bu konuda hiç kimse Allah'ın Rasulü'nden (sas) daha adil değildi. O taraf tutmaz, kimseyi kayırmaz ve bir konuya tam vukufiyet sağlamadan hüküm vermezdi. Öncelikle şahsiyetinin bu yönüne teslimiyet esastır ki, peygamber olmanın zaten gereği budur. Diğeri, adalete ve hakkaniyete teslim olmaktan daha mutluluk ve huzur verici bir şey olamaz, çünkü bu sayede hak sahipleri haklarını elde eder, vicdanlar rahatlar ve ahirete görülecek hesaplar kalmaz.
Hz. Peygamber (sas) elbette bir beşerdir. Yer, içer, hastalanır, dış dünyanın şartlarından etkilenir. Ancak seçilmiş özel bir şahsiyettir. O'nu seçen yüce Allah'tır, bu yüzden tabii ve zaruri olarak öncelikli itaat da Allah'adır. Böyle olmakla beraber "Peygamber'e (sas) de itaat edilmesi" istenmesinin anlamı, vahyle gelen mesajın gündelik hayata uygulanırken, ete kemiğe bürünürken bunu bir beşerin gerçekleştirmesidir. Yani bizim içimizden çıkan, bizim dilimizi konuşan, bizim gibi beşeri vasıfları olan bir insan. Allah'ın ilmi bir aklın, faaliyet gösteren ve kapasitesi olan bir zihnin ürünü değildir. İnsan bilgisini ya geçmişten tevarüs eder, ya bir başkasından öğrenir, ya aklederek (akli) bilgi sahibi olur veya deney ve gözlemde bulunur ya da derin iç murakabe ve mücahede sonucunda kalbinde bazı bilgiler açığa çıkar. Peygamber de bir beşer olarak bu süreçlerin hepsini kullanır. Ama peygamber fazladan korunmuştur, küçük ölçekli yanılmalara düşecek olsa -zelle- ona müdahale edilmektedir. Vahyi alıp tecrübe ederken hikmeti en üst seviyede gerçekleştirmektedir.
Diğer bütün insanların akli güçleri sınırlıdır, O ise aklını vahyin kaynağı ile beslemiş, takviye etmiştir. Razi'nin zikrine göre, işte böyle bir akıl ümmetin aklıyla birleştiğinde, yani peygamberin aklına göre ümmet aklettiğinde toplam akıl güçlenir ve bu ortak akıl olarak ortaya çıkmış olur. Bu akılla yollar aydınlanır, sırlar çözülür, gözler ve tabiat üzerindeki perdeler açılır. Ümmetin ortak aklı ilim adamlarının; başka bir ifadeyle bilgide rusuh kazanmış, marifette üst tabakalara tırmanabilmiş seçkin insanların ortak görüş ve kanaatlerinde tecelli eder. Böylece "Allah'a itaat, Peygamber'e itaat ve Ulu'l-emr'e itaat (4/Nisa, 59. ayet)" temelinde zaman içinde tabii olarak ortaya çıkan sorunların, vuku bulan bireysel ve toplumsal ihtilafların çözümü için bireysel akıl yürütmelere (kıyas) sağlam bir zemin hazırlanmış olur. Bu İslam tefekkürünün ve fıkhının diğer beşeri havzalarda eşine rastlanmayan belirgin özelliklerinden biridir. Hayatın ana çerçevesini Peygamber Sireti, sosyal hayatın çok yönlü alanlarını Peygamber Sünneti ve epistemolojik dünyayı Peygamber Hikmeti belirlediğinde Allah'a itaat gerçekleşmiş olur.
ALİ BULAÇ
Ayetin kuvvetli vurgusuna göre, insanlar arasında vuku bulacak ihtilaflarda Hz. Peygamber'in (sas) hakem tayin edilmesi emredilmektedir. Söz konusu ihtilaflar "(şecer)" sıradan şeyler değil, dallanıp budaklanan, sarpa saran ve duruma göre çatışmalara yol açabilecek potansiyele sahip olan ihtilaflardır. Böyle durumlarda Hz. Peygamber'in hakem tayin edilmesi gerekmektedir ki, ayetin indiği ortamda bu hükmün muhatabı o günkü insanlardı. Bugün ise bizleriz. Hz. Peygamber aramızda olmadığına göre, ayet zımnen Kur'an'ı açıklayan bir kaynak olarak ihtilafların çözümünde Sünnet'e göndermede bulunmaktadır. Hz. Peygamber'e itaat ve ittiba birinci şarttır. İkincisi, Hz. Peygamber'in verdiği bir hükümden hiçbir kuşku ve sıkıntı duymamaktır. Üçüncüsü, verdiği bir hükme tam bir huls-u kalb ile teslim olmaktır ki; bunun anlamı sadece görünürde (zahiren) değil, vicdanen de hükmünü kabul etmek gerekir. Aksi halde tam iman tahakkuk etmiş olmayacak.
"Tam teslimiyet"in iki anlamı var: Biri, adil vasfına güven duyduğumuz kimsenin vereceği karara teslimiyet, diğeri adaletin kendisine teslimiyet. Bu konuda hiç kimse Allah'ın Rasulü'nden (sas) daha adil değildi. O taraf tutmaz, kimseyi kayırmaz ve bir konuya tam vukufiyet sağlamadan hüküm vermezdi. Öncelikle şahsiyetinin bu yönüne teslimiyet esastır ki, peygamber olmanın zaten gereği budur. Diğeri, adalete ve hakkaniyete teslim olmaktan daha mutluluk ve huzur verici bir şey olamaz, çünkü bu sayede hak sahipleri haklarını elde eder, vicdanlar rahatlar ve ahirete görülecek hesaplar kalmaz.
Hz. Peygamber (sas) elbette bir beşerdir. Yer, içer, hastalanır, dış dünyanın şartlarından etkilenir. Ancak seçilmiş özel bir şahsiyettir. O'nu seçen yüce Allah'tır, bu yüzden tabii ve zaruri olarak öncelikli itaat da Allah'adır. Böyle olmakla beraber "Peygamber'e (sas) de itaat edilmesi" istenmesinin anlamı, vahyle gelen mesajın gündelik hayata uygulanırken, ete kemiğe bürünürken bunu bir beşerin gerçekleştirmesidir. Yani bizim içimizden çıkan, bizim dilimizi konuşan, bizim gibi beşeri vasıfları olan bir insan. Allah'ın ilmi bir aklın, faaliyet gösteren ve kapasitesi olan bir zihnin ürünü değildir. İnsan bilgisini ya geçmişten tevarüs eder, ya bir başkasından öğrenir, ya aklederek (akli) bilgi sahibi olur veya deney ve gözlemde bulunur ya da derin iç murakabe ve mücahede sonucunda kalbinde bazı bilgiler açığa çıkar. Peygamber de bir beşer olarak bu süreçlerin hepsini kullanır. Ama peygamber fazladan korunmuştur, küçük ölçekli yanılmalara düşecek olsa -zelle- ona müdahale edilmektedir. Vahyi alıp tecrübe ederken hikmeti en üst seviyede gerçekleştirmektedir.
Diğer bütün insanların akli güçleri sınırlıdır, O ise aklını vahyin kaynağı ile beslemiş, takviye etmiştir. Razi'nin zikrine göre, işte böyle bir akıl ümmetin aklıyla birleştiğinde, yani peygamberin aklına göre ümmet aklettiğinde toplam akıl güçlenir ve bu ortak akıl olarak ortaya çıkmış olur. Bu akılla yollar aydınlanır, sırlar çözülür, gözler ve tabiat üzerindeki perdeler açılır. Ümmetin ortak aklı ilim adamlarının; başka bir ifadeyle bilgide rusuh kazanmış, marifette üst tabakalara tırmanabilmiş seçkin insanların ortak görüş ve kanaatlerinde tecelli eder. Böylece "Allah'a itaat, Peygamber'e itaat ve Ulu'l-emr'e itaat (4/Nisa, 59. ayet)" temelinde zaman içinde tabii olarak ortaya çıkan sorunların, vuku bulan bireysel ve toplumsal ihtilafların çözümü için bireysel akıl yürütmelere (kıyas) sağlam bir zemin hazırlanmış olur. Bu İslam tefekkürünün ve fıkhının diğer beşeri havzalarda eşine rastlanmayan belirgin özelliklerinden biridir. Hayatın ana çerçevesini Peygamber Sireti, sosyal hayatın çok yönlü alanlarını Peygamber Sünneti ve epistemolojik dünyayı Peygamber Hikmeti belirlediğinde Allah'a itaat gerçekleşmiş olur.
ALİ BULAÇ
Hayvanlar Oruç Tutmaz
Son Asrın Evliyalarından Hacı Cemal Öğüt Fatih Camiinde, bir Ramazan gününde vaaz ediyor. Dışarıda oruç tutmayanları, başı açıkları, namaz kılmayanları görüyor, onlara bir şeyler demesi lazım, ama direkt olarak bir şey de söylemek istemiyor.
Konuya şöyle giriyor:
Şu Hacı Cemal var ya, bu saf hanımla nasıl yaşayacak, nasıl idare edecek, bilemiyorum."
Diyeceksiniz ki: "
Senin hanım çok mu saf?"
Aman sormayın, o kadar saf, o kadar saf ki, isterseniz bir saflık örneği vereyim de bakın anlayın. Hacı Cemal'in de bu saf hanımla nasıl yaşayacağını siz düşünün.
Efendim, öğle namazından önce abdestimi aldım, cübbemi giydim, kapıya da çıktım, buraya vaaza gelmek üzere ayakkabılarımı giyerken bizim hanım da mutfakta iftarlık yemek hazırlıyordu. Birden feryadı bastı.
"Eyvah, bu da mı gelecekti başıma?"
Hemen ayakkabılarımı çıkardım/mutfağa doğru koştum, baktım, mutfakta bir şey yok.
Dedim ki:
"Hanım, yangın alarmı verir gibi ne bağırıyorsun öyle? Ne var?"
Dedi ki:
"Görmüyor musun kediyi?"
"Görüyorum, kediye ne olmuş?"
“Daha ne olacak? İftarlık pideleri yiyor" demez mi?
Tepem attı.
"Hanım sen de ne kadar cimrisin. İnsan bir pide için bu kadar çığlık atar mı? İşte camiye gidiyorum. Ne kadar pide istersen alır getiririm, hem de tazesinden" deyince, hanım bu sefer saf saf bana baktı, dedi ki:
"İlahi hoca, asıl saf olan sensin! Ben pideye mi acıyorum? Görmüyor musun, şu mübarek Ramazan gününde hayvan oruç tutmuyor, oruç? Şapur şupur pide yiyor. Ben hayvanın oruç yediğine kızıyorum, ona üzülüyorum."
Tepem iyice attı. Ben de dedim ki:
"İlahi hatun sen bilmiyor musun ki, hayvanlar oruç tutmaz, sen bilmiyor musun ki hayvanlar namaz kılmaz, sen bilmiyor musun ki, hayvanlar açık yerlerini örtme ihtiyacı duymazlar"
Cemal Hoca cemaate döner:
“Nasıl bizim bu saf hatuna iyi söylemiş miyim?"
Cemaatte gülüşmeler, mesaj alınmıştır.
Konuya şöyle giriyor:
Şu Hacı Cemal var ya, bu saf hanımla nasıl yaşayacak, nasıl idare edecek, bilemiyorum."
Diyeceksiniz ki: "
Senin hanım çok mu saf?"
Aman sormayın, o kadar saf, o kadar saf ki, isterseniz bir saflık örneği vereyim de bakın anlayın. Hacı Cemal'in de bu saf hanımla nasıl yaşayacağını siz düşünün.
Efendim, öğle namazından önce abdestimi aldım, cübbemi giydim, kapıya da çıktım, buraya vaaza gelmek üzere ayakkabılarımı giyerken bizim hanım da mutfakta iftarlık yemek hazırlıyordu. Birden feryadı bastı.
"Eyvah, bu da mı gelecekti başıma?"
Hemen ayakkabılarımı çıkardım/mutfağa doğru koştum, baktım, mutfakta bir şey yok.
Dedim ki:
"Hanım, yangın alarmı verir gibi ne bağırıyorsun öyle? Ne var?"
Dedi ki:
"Görmüyor musun kediyi?"
"Görüyorum, kediye ne olmuş?"
“Daha ne olacak? İftarlık pideleri yiyor" demez mi?
Tepem attı.
"Hanım sen de ne kadar cimrisin. İnsan bir pide için bu kadar çığlık atar mı? İşte camiye gidiyorum. Ne kadar pide istersen alır getiririm, hem de tazesinden" deyince, hanım bu sefer saf saf bana baktı, dedi ki:
"İlahi hoca, asıl saf olan sensin! Ben pideye mi acıyorum? Görmüyor musun, şu mübarek Ramazan gününde hayvan oruç tutmuyor, oruç? Şapur şupur pide yiyor. Ben hayvanın oruç yediğine kızıyorum, ona üzülüyorum."
Tepem iyice attı. Ben de dedim ki:
"İlahi hatun sen bilmiyor musun ki, hayvanlar oruç tutmaz, sen bilmiyor musun ki hayvanlar namaz kılmaz, sen bilmiyor musun ki, hayvanlar açık yerlerini örtme ihtiyacı duymazlar"
Cemal Hoca cemaate döner:
“Nasıl bizim bu saf hatuna iyi söylemiş miyim?"
Cemaatte gülüşmeler, mesaj alınmıştır.
27 Ağustos 2010 Cuma
ÜÇ SUÂL VE BİR CEVAP.....ŞEMS
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'ye felsefecilerden bir grup geldi. Suâl sormak istediklerini bildirdiler. Mevlânâ hazretleri bunları Şems-i Tebrîzî'ye havâle etti. Bunun üzerine onun yanına gittiler. Şems-i Tebrîzî hazretleri mescidde, talebelere bir kerpiçle teyemmüm nasıl yapılacağını gösteriyordu. Gelen felsefeciler üç suâl sormak istediklerini belirttiler, Şems-i Tebrîzî;
- Sorun! buyurdu.
İçlerinden birini başkan seçtiler. Hepsinin adına o soracaktı. Sormaya başladı:
- Allah var dersiniz, ama görünmez, göster de inanalım
Şems-i Tebrîzî hazretleri;
-Öbür sorunu da sor! buyurdu.
O;
-Şeytanın ateşten yaratıldığını söylersiniz, sonra da ateşle ona azâb edilecek dersiniz hiç ateş ateşe azâb eder mi? dedi.
Şems-i Tebrîzî;
-Peki öbürünü de sor! buyurdu.
O;
-Âhirette herkes hakkını alacak, yaptıklarının cezâsını çekecek diyorsunuz. Bırakın insanları canları ne istiyorsa yapsınlar, karışmayın! dedi.
Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî, elindeki kuru kerpici adamın başına vurdu. Soru sormaya gelen felsefeci, derhâl zamânın kâdısına gidip, dâvâcı oldu. Ve;
- Ben, soru sordum, o başıma kerpiç vurdu, dedi.
Şems-i Tebrîzî;
- Ben de sâdece cevap verdim, buyurdu.
Kâdı bu işin açıklamasını istedi. Şems-i Tebrîzî şöyle anlattı:
- Efendim, bana Allahü teâlâyı göster de inanayım, dedi. Şimdi bu felsefeci, başının ağrısını göstersin de görelim.
O kimse şaşırarak;
- Ağrıyor ama gösteremem, dedi.
Şems-i Tebrîzî;
- İşte Allahü teâlâ da vardır, fakat görünmez. Yine bana, şeytana ateşle nasıl azâb edileceğini sordu. Ben buna toprakla vurdum. Toprak onun başını acıttı. Hâlbuki kendi bedeni de topraktan yaratıldı. Yine bana; "Bırakın herkesin canı ne isterse onu yapsın. Bundan dolayı bir hak olmaz." dedi. Benim canım onun başına kerpici vurmak istedi ve vurdum. Niçin hakkını arıyor? Aramasa ya! Bu dünyâda küçük bir mesele için hak aranırsa, o sonsuz olan âhiret hayâtında niçin hak aranmasın? buyurdu.
Felsefeci, bu güzel cevaplar karşısında mahcûb olup, söz söyleyemez hâle düştü.
- Sorun! buyurdu.
İçlerinden birini başkan seçtiler. Hepsinin adına o soracaktı. Sormaya başladı:
- Allah var dersiniz, ama görünmez, göster de inanalım
Şems-i Tebrîzî hazretleri;
-Öbür sorunu da sor! buyurdu.
O;
-Şeytanın ateşten yaratıldığını söylersiniz, sonra da ateşle ona azâb edilecek dersiniz hiç ateş ateşe azâb eder mi? dedi.
Şems-i Tebrîzî;
-Peki öbürünü de sor! buyurdu.
O;
-Âhirette herkes hakkını alacak, yaptıklarının cezâsını çekecek diyorsunuz. Bırakın insanları canları ne istiyorsa yapsınlar, karışmayın! dedi.
Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî, elindeki kuru kerpici adamın başına vurdu. Soru sormaya gelen felsefeci, derhâl zamânın kâdısına gidip, dâvâcı oldu. Ve;
- Ben, soru sordum, o başıma kerpiç vurdu, dedi.
Şems-i Tebrîzî;
- Ben de sâdece cevap verdim, buyurdu.
Kâdı bu işin açıklamasını istedi. Şems-i Tebrîzî şöyle anlattı:
- Efendim, bana Allahü teâlâyı göster de inanayım, dedi. Şimdi bu felsefeci, başının ağrısını göstersin de görelim.
O kimse şaşırarak;
- Ağrıyor ama gösteremem, dedi.
Şems-i Tebrîzî;
- İşte Allahü teâlâ da vardır, fakat görünmez. Yine bana, şeytana ateşle nasıl azâb edileceğini sordu. Ben buna toprakla vurdum. Toprak onun başını acıttı. Hâlbuki kendi bedeni de topraktan yaratıldı. Yine bana; "Bırakın herkesin canı ne isterse onu yapsın. Bundan dolayı bir hak olmaz." dedi. Benim canım onun başına kerpici vurmak istedi ve vurdum. Niçin hakkını arıyor? Aramasa ya! Bu dünyâda küçük bir mesele için hak aranırsa, o sonsuz olan âhiret hayâtında niçin hak aranmasın? buyurdu.
Felsefeci, bu güzel cevaplar karşısında mahcûb olup, söz söyleyemez hâle düştü.
26 Ağustos 2010 Perşembe
Pi Kıssası
Belki çok oldu pi sayısını unutalı belki de henüz tanıştınız. Korkmayın, zor bir matematik dersi beklemiyor sizi. Bir dairenin alanını hesaplamak istiyorsunuz diyelim, dairenin genişliği hakkında ilk gözünüze çarpan veriden yola çıkarsınız. Çapı büyük bir daire, çapı küçük bir daireden daha geniştir. Şu halde, etrafını pergelinizin bir ayağını dilediğinizce açarak sabit ayağı etrafında dolandırmakla çizdiğiniz dairenin alanını hesap etmek için mutlaka çap uzunluğuyla orantılı bir formülünüzün olması gerekir. Çünkü çizdiğiniz dairenin büyüklüğünü pergel ayağını ne kadar açtığınızla, yani daireye ne kadar çap tayin ettiğinizle belirliyorsunuz. İş bu kadar basit ve matematikçiler de öyle yapmışlar, bir dairenin alanını ?r² diye formüle etmişler. Bu formülde "r" yarıçapın uzunluğunu temsil ediyor, yarıçap uzunluğu kendisiyle çarpıldığında ise yarıçapın karesi, yani r² hesaplanıyor. r² dört kenarı düz ve dört köşeli bir karenin alanını ortaya koyuyor. Oysa burada hesaplamak istediğimiz, köşesi olmayan ve kenarının hiçbir noktası düz olmayan bir dairenin alanıdır. Burada sorun, dört köşeli bir karenin alanını köşesiz ve eğri kenarlı bir dairenin alanına uyarlamaktır. Bir diğer deyişle, yarıçaptan yola çıkılarak hesap edilen her daire alanı, bir daire alanını bir kare alanına eşitleme çabasıdır. Siz bir daireyi hem hiçbir yeri dışarıda kalmayacak hem de hiçbir yerde boşluk bırakmayacak şekilde bir karenin içine yerleştirebilir misiniz? İşte pi sayısı bu sorunu çözmeye yarar. Matematikçiler, bir kare alanı daire alan üzerine birebir örtüştürmek için pi sayısını icat etmişler. Ancak, bugüne kadar, büyüklükleri ne olursa olsun, hiçbir daire hiçbir karenin alanına birebir denk gelmemiştir. Kare içinde az da olsa bir boşluk ya da dışında az da olsa fazlalık olagelmiştir. Hatırlarsanız, sadece üç basamağıyla ezberlettiler bize pi sayısını: 3.14 Bu demektir ki, bir dairenin içinde o dairenin yarıçapının kenarlarıyla oluşturabileceğiniz karelerden 3 tanesini sığdırabilirsiniz ama arada o karenin onda birinden az büyük, yani karenin yüzde 14'ü kadar bir boşluk daha kalır. Bu boşluğu kapattığınızda daire kabaca "karelenmiş", yani kare cinsinden alanlara taksim edilmiş olur. Böylece bilmemiz istenir ki, bir daire içinde kenarları yarıçapa eşit 3.14 tane kare vardır. Biz böyle öğrendik, çocuklarımıza da hâlâ böyle öğretiliyor. Ama iş burada bitmiyor. Bir dairenin içinde 3.14 tane kare bulunabileceği hesabı hâlâ daha kaba bir hesaptır. Yarıçapın karesini 3.14'le çarptığımızda da, az da olsa kareyi daireden taşırıyor ya da dairede boşluk bırakıyor olabiliriz. Diyelim ki, çok sıkı bir mühendislik işi yapıyorsunuz, bir dairenin alanını olabildiğince kesin olarak hesaplamanız gerekiyor, daire alanını 3.14 diye bildiğiniz pi sayısı üzerinden hesapladığınızda hesap dışı bıraktığınız boşluk çok önem kazanıyor, işte o zaman 3'ün ardından gelen basamakları daha da çoğaltmanız, daha da inceltmeniz, daha da kesin bir pi'ye ulaşmanız gerekir. Nasıl, 3.14 olan pi sayısını kabaca 3'e yuvarladığınızda yanılgı payınız artıyorsa, aslında 3.14159 diye de yazabileceğiniz pi sayısının 3.14'e yuvarlanmış halini almış olmanız da yanılgı payınızı artırıyordur. Bununla birlikte, 3.14159 sayısı da kareyi daire ile birebir örtüştürmeye yetmez; yine içeride ya da dışarıda boşluklar kalır. Şimdi sıkı durun, bugüne kadar çok özel bilgisayarların marifetiyle de yapılan hesaplamalarla, pi sayısının noktadan sonraki 51 milyarıncı basamağına kadar gelindi. Ancak, 51 milyar basamaklı pi sayısı da kareyi daireye oturtmaya yetmiyor; çok yakınlarda hesaplanması muhtemel 97 milyar basamaklısına göre hayli kaba kalıyor, hesap hatalarına yol açıyor. (Bana inanmakta zorlanıyorsanız, ya www.joyofpi.com adresine gidin ya da TÜBİTAK yayınlarından çıkan Pi Coşkusu adlı kitabı okumayı deneyin-kitapta pi sayısı bir milyonuncu basamağa kadar yazılmış!) Pi sayısı kare ile daire arasındaki uyuşmazlığın sembolü olarak gün geçtikçe uzuyor, detaylanıyor, keskinleşiyor, inceliyor ama bir türlü kesinleştiği noktaya ulaşmıyor. Pi sayısı 3'den küçük değil, 4'ten de büyük değil; ama ikisinin arasında bir ileri bir geri salınıp durmaktadır, sürekli titreşmektedir. Şu halde, 3'ün ardındaki basamaklar ne kadar çoğalırsa çoğalsın, bir daireyi kare cinsinden kesin olarak hesaplamak mümkün olmuyor; her zaman bir hata payına razı olmanız gerekiyor. Eğri kenarlı ve köşesiz bir alanı, köşeli ve düz kenarlı bir alana eşitlemek mümkün değil. Bir dairenin alanını gözünüzle sınırlı ve kesin kenarlı bir boşluk olarak gördüğünüz halde, aynı alanı sayıya dökmeye sıra gelince sürekli kekeliyorsunuz, tereddütte kalıyorsunuz, bir türlü kesin miktarı veremiyorsunuz. Çünkü pi sayısı, 51 milyarıncı basamağa kadar hesaplandığı halde hâlâ kesin değil ve kesinleşecek değil. Üstelik 3'ü takip eden sayılar arasında bir düzen ve kalıp da izlenmiyor. Pi, birbirleriyle ilişkisiz, her basamakta sürpriz bir rakamın gelişiyle, tahmin edilmez bir düzenle salındıkça salınıyor asla sakinleşmiyor; inceldikçe inceliyor inceldiği yerden kopmuyor. Gelelim, pi kıssasından hissemize düşene. Biz, ilişkilerimizi her daim önceden belirlemeye, tahmin edilebilir oranlarda tutmaya çalışıyor değil miyiz? Kim kurallarını hiç bilmediği, güzergâhını tam olarak belirleyemediği bir yola çıkacak kadar maceraperesttir? Eşimizle dostumuzla etkileşimlerimizi düzgün kenarlı, köşeli ve kolayca tanımlanabilir kalıplara dökebilseydik ne hoş olurdu değil mi? Olmuyor, olmuyor, olmuyor. Gün geçtikçe yeni bir sürpriz çıkıyor karşınıza. "Şimdi anladım!" dediğiniz şeyin, sizi yeni bir bilinmeyenin eşiğine getirdiğini görüyorsunuz. İlişkinizin durulacağını, tereddütlerinizin noktalanacağını sanmayın. Pi sayısı kadar titrek, pi sayısı kadar tereddütlü, pi sayısı kadar kaotik bir etkileşim içindesiniz. Ruhunuzun dairesini şu fani dünyanın kenarlarıyla örtüştüremezsiniz. Aşkınızın kıvrımlarını şu hayatın dar köşelerine sığdıramazsınız. Her noktasından eğrilen/eğrilebilir olan, köşesiz, düzgün kenarlardan yoksun, cetvele gelmeyen, ölçüye vurulmayan, tartılamaz, ille de köşeli ve düz kenarlı kalıplara dökmeye niyetliyseniz, 51 milyarıncı basamağa kadar yolunuz var. Kalplerimiz hep tereddüt içinde kıpırdamakta, duygularımız hep kararsızlık girdabında savrulmakta. İffet timsali olduğu halde, " az kalsın kalbi kayacaktı" diye tarif edilen Yusuf'un (as) söylediği gibi, "nefsim[iz] hep kötülüğü ister, Rabbim[iz] merhamet ederse başka." Hep tereddütteyiz, karar kılmaya çok uzağız; Rabbimiz tereddütlerimizi ve kararsızlıklarımızı sadakate ve muhabbete "yuvarlarsa" başka!
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)